Yaşadığımız eşsiz dünyada adını bile duymadığımız kaç çeşit kültür, kabile veya etnik köken var ya da yaşadığımız yerden binlerce kilometre ötede insanlar ne tür yemekler yiyor, sanata karşı bakış açıları nedir ve nasıl inançları vardır hiç düşündünüz mü? Birkaç bin kilometre kuzey batıya gidelim şimdi. 1600’lü yıllardan beri Kanada’nın Quebec bölgesinde yaşamını sürdüren Innu halkını canlandıralım aklımızda. Kubbe şeklindeki evlerde yaşayan, haklarını, topraklarını, özgün kültürlerini sanayileşen ve küreselleşen dünyaya karşı korumaya çalışan, avlanarak yaşamını sürdüren ve kendine özgü yaşam biçimine ve yerel kültüre sahip bu halk 1918 İspanyol Gribi ile birlikte nüfusunun %55’ini kaybetti. Sonuç olarak, tüm gelenekleri, inançları ve yaşam biçimleri tarihin buğulu sayfalarına karışmaya yüz tutan bir kültür olma yoluna girdiler.
Tarihten gelen bu enstantane bize ne ifade etmeli?
“Tarih tekerrürden ibarettir.” deyişini yaşamımızın belli noktalarında işitmişizdir. 1920 yılında dünyayı kasıp kavuran, 50 ila 100 milyon insanın yaşamına mâl olan İspanyol Gribinden tam 100 yıl sonra, etkileri benzer şekilde yankı uyandıracak Koronavirüs (Covid-19) Salgını ne yazık ki tüm dünyayı sarsmaya devam ediyor.
Kasım 2019 itibariyle Çin’de ortaya çıkan salgın insanların günlük yaşam pratiklerini derinden etkiledi. Dil, din, ırk, yaş, cinsiyet ve siyasi görüş fark etmeksizin, Amerika’nın New York şehrinin göbeğinde yaşayan bir bireyden tutun, Filipinler’in Luzon şehrinin kırsal bölgesinde yaşayan bir bireye kadar dünyanın farklı yerlerinden insanlar ortak bir paydada buluşup benzer konuları konuşmaya başladı. Hepimiz salgın krizi nedeniyle temizlik alışkanlıklarımızı gözden geçirmek, sık sık ellerimizi yıkamak ve yaşadığımız alanları sıklıkla temizlemek zorunda kalıyoruz bugünlerde. Yerkürenin farklı bölgelerinden insanlar dijital iletişim araçlarını kullanarak ellerin verimli ve doğru bir şekilde yıkanması için gereken 20 saniye boyunca söyledikleri yöresel şarkıları ve türküleri paylaşır oldular. Karantina sürecinde insanlar farklı aktiviteleri yapmaya, yeni alışkanlıklar kazanmaya başladılar. Örneğin evde ekmek pişirmek oldukça yaygınlaştı, dahası balkon bahçeciliği yapmaya başlayanlar var. Bir bakıma Kasım ayından itibaren “küresel belleğe” yeni veriler işlenmeye başladı.
Yazının daha anlaşılabilir olabilmesi adına ilerleyen kısımlarda oldukça fazla geçecek olan bellek ve kolektif bellek kavramlarını birkaç cümleyle anlatmak isterim. Öncelikle bellek dediğimiz kavram;yaşanan deneyimleri, öğrenilen bilgileri ve bunların geçmişle ilişkisini bilinçli olarak zihinde saklama gücüdür ve tüm insanların sahip olduğu bir yetidir. İki veya daha fazla üyeye sahip olan sosyal grubun anılarında paylaşılan bilgi ve tecrübeye ise kolektif bellek denir. Bu bellek çeşidi paylaşılabilir, aktarılabilir ve ortaklaşa inşa edilebilir. Bu bağlamda küresel belleği de, dünya çapında yankı uyandıran olguların bir harmanı olarak ele alabiliriz.
Salgın krizi küresel bellekte yeni alışkanlıklarla olumlu denilebilecek değişiklikler yaratmış olsa da virüsün ileri yaştaki insanlar için yarattığı risk bizleri bir bellek kaybı tehdidi ile de karşı karşıya bırakıyor. Bu belleğe geçtiğimiz iki hafta içinde eklenen yeni bir bilgiyi vurgulamak isterim; Virüs yaşı ilerlemiş ve bağışıklığı zayıf olan insanlar için büyük bir tehdit oluşturuyor. Karar vericiler bu tehdidi en aza indirgemek adına karantina sürecinin ilk eylemi olarak 65 yaşını geçmiş insanlara dışarı çıkma yasağı getirdi. Risk grubundaki insanları korumak ve salgının yayılma hızını düşürebilmek için 65 yaş üstündeki insanlar için konulan sokağa çıkma yasağı, söz konusu belleği korumak adına önemli bir adım olsa da bir süre sonra halk arasında ayrımcı bir tutuma yol açtı. Bu gelişmenin yankısı olarak karşımıza bir sürü haber ve video çıktı. Kimi haberlerde zabıta ekiplerinin, yaşlı ve yardıma muhtaç insanları ziyaret ederek ihtiyaçlarını karşıladıklarını görürken, kimisinde ise hiçbir yakını ve özel aracı olmadan toplu taşıma aracı ile hastaneye gitmeye çalışan yaşlı bir bireyin, bir genç tarafından linç edildiğini ve hoş olmayan sözlere maruz bırakıldığını gördük.
Yaşanan bu olaylar bizleri toplumsal ve kültürel olarak nasıl etkileyebilir?
Dünya Sağlık Örgütünün verilerinden hazırlanan raporlara göre de küresel çapta hayatını kaybeden insanların yaş aralıkları ve ölüm oranları; 60-69 yaş aralığında %3.6, 70-79 aralığında %8,0 80 yaş ve üzerinde ise bu oran %14.8 olarak saptanmıştır (Worldometers sitesinde güncel olarak yayınlanan verilerden alınmıştır). TÜİK verilerine göre, 2019 yılında Türkiye nüfusunun %9,1’ini 65 yaş ve üstü bireyler oluşturuyor (Evrim Ağacı sitesinin güncel veri ve grafiklerinden alınmıştır). Salgın başlangıcından bu yana kayıt altına alınan toplam ölüm sayısının %81’i ise 60 yaş ve üzerindeki bireylerden oluşuyor. Vaka ve ölüm sayıları bazında oldukça riskli durumda olan diğer iki Akdeniz ülkesi ise; İspanya ve İtalya. Nüfus-yaş dağılımında toplumdaki 65 yaş ve üzeri insanların oranı İspanya’da %19.38 iken İtalya’da bu sayılar %22.6’a ulaşıyor (Statista sitesindeki güncel verilerden faydalanılmıştır). Bu iki ülkede de yaşlı nüfusun Türkiye’ye nazaran oldukça fazla olduğunu görebiliriz. Bununla beraber bu ülkelerdeki yaşlıların Koronavirüs (Covid-19) Salgınından alabileceği hasar oranının da toplumun geneline kıyasla daha büyük olabileceği çıkarımını yapabiliriz. Kültürel olarak benzer noktalarımız oldukça fazla; Akdeniz ülkeleri altında anılmamız, benzer iklimi paylaşmamız, sosyalleşme şekillerimiz, aile bağlarımız, farklı jenerasyonlarla bir araya gelerek vakit geçirmemiz… İki ülkede de salgının bu kadar hızlı ve geniş çapta yayılması kültürel aktivitelerin bir sonucu mu yoksa kültürel aktiviteler virüs sebebiyle etkilenecek birer eylemler bütünü mü?
90 sene yaşamış bir insanın hafızası yaşadığı süreç ve tanıklık ettiği dönemler boyunca edindiği bilgi ve deneyimlerle harmanlanması sayesinde, yazılı kaynaklarda dahi yazmayan bilgi veya tecrübelerle bezenmiştir. Şunu söylemek mümkündür ki, bir kültürün kolektif belleğinin devinimini sağlayan en güçlü etmenlerden birisi, o kültüre ait yaş almış insanlardır. Kültür, o kültür ağının ve dönemin içerisinde yaşayan yaşlı insanların kolektif belleğindeki deneyim ve bilgilerle kendini sürdürür. O kültürü yaşatan yaşça büyük insanların yok olması ise kültürün zedelenmesine neden olacaktır. Yaşça büyük insan nüfusu tehlike altında olan bir toplum, bilgi ve deneyim depolanmış belleğinden kültürel verileri geri çağırıp hatırlarken güçlük çeker; yani bir kültürün bellek zedelenmesi yaşanmış olur.
Ölüm sayıların üstel olarak arttığı ve yaşlı nüfusun öncelikli olarak tehlike altında olduğu senaryoyu irdelersek, yakın süre içerisinde şu sıkıntılarla karşılaşmamız olasıdır: Zamanla yaşlı nüfusa dâhil olan insanların tecrübeleri ve bilgi birikimleri ile bize kattığı değerlerin devinimi yok olmaya başlayabilir. Kültürel olarak onlardan öğrenmekte olduğumuz bilgi ve tecrübeler kesintiye uğrayabilir ve yaşayan kültürel kaynaklarımızı yitirebiliriz. Bunun da ötesinde kültürel belleğimiz ufak ölçülerde de olsa zarar görmeye başlayabilir…
Belleğimin derinlerine indikçe, dedemle seneler önce yaptığımız bir konuşmayı hatırlıyorum. Yaz aylarını geçirdiği yaylada nasıl bir yaşam sürdüğünü anlatmıştı. Yaz mevsiminde, ısınan havadan ve daha çok ısınan şehir merkezindeki evinden yaylaya çıkardı. Bir taş evi vardı orada. Gençliğinde kendisinin yaptığı ve oldukça basit bir şekilde inşa edilmiş bir taş ev. Buna rağmen evin içi kışları sıcak, yazları da soğuk olurdu. Doğal bir yalıtım sistemine sahipti aslında bu ev. Yaylanın bahçesinde her mevsim sırasıyla mevsimin meyve ve sebzeleri ekilir, hasat dönemi geldiğinde afiyetle yenilirdi doğanın sunduğu bu mucizeler. Tarım zehirleri de kullanmazdı dedem, doğadaki her canlının ve döngünün bir amacı olduğuna inanırdı. Yağmur yağdığı zaman ürettiği basit bir mekanizma ile yağmur sularını biriktirir, sonra onları tarlasını sulama amacıyla kullanırdı. Yaylada oldukça sıradan bir yaşam geçirirdi. Şimdi salgın krizinin yanı sıra iklim krizi ile de mücadele etmeye çalıştığımızı gördükçe, dedemin tutumunun ne kadar kıymetli olduğunu fark ediyorum.
Farkındalığımız, dayanışma gücümüz, toplumsal değerlerimiz, gerçek bilgi arayışımız, iletişim seviyemizin yoğunluğu her zamankinden kuvvetli olmalı şu dönemde. Bu sayede olası bir kaos durumunda kaosun neresinde duracağımızı ve nasıl en az psikolojik, sosyolojik ve kültürel hasarla kendimizi onarabileceğimizi bilelim.
Şimdi yeniden Innu halkını canlandıralım aklımızda. Bu sefer Innu topluluğundan çok da uzak bir eksende canlandırmayalım kendi toplumumuzu. Kubbe şeklinde evlerde yaşamıyoruz, avlanmıyoruz, aynı geleneklere de sahip değiliz, ancak onların da bir zamanlar yaşadığı gibi sosyo-kültürel olarak tehdit altındayız. Değerlerimiz, kültürümüz, inançlarımız ve geleneklerimizin zedelenmemesi ve alışılageldik yaşam tarzlarımızdan ‘geçmiş zaman’ olarak bahsedilmemesi için bakış açımızı genişletip farkındalığımızı arttırmamız, çevremize, değerlerimize ve kültürel etmenlerimize karşı daha duyarlı olmamız gerekiyor. Tüm bu kriz sürecini atlatırken kültürel belleğimiz bize destek mi olacak yoksa bu durumdan negatif etkilenen bir kavram bütünü haline mi gelecek? Cevabın akıbeti bizim ellerimizde…