Evde karantina günleri, bir çoğumuz gibi biz de internet üzerinden haberlere boğulmuş bir şekilde saatlerimizi geçiriyoruz. Derken kaygılandığımız haberler düşüyor ekranlarımıza. Yaşamını kaybedenlerin sayısının kaç olduğunun ötesine baktığımızda hikayeler başka anlamlara bürünmeye başlıyor. Bir ünlü evinde çalışan göçmen yardımcısını kendisine Kovid bulaştıracağı gerekçesiyle döverek sokağa atıyor, üstelik sosyal medya hesaplarından kadın çalışanını tehdit ediyor. Ev içi şiddet vakaları artıyor, karantina bölgesinde eski kocasından şiddet gören bir kadın çocuklarıyla birlikte sokakta kalıyor, ne yapacağını bilemiyor. Dünyaca ünlü starlar, CEO’lar ev içi şiddet gören kadınlara yardım amacıyla milyon dolara varan bağışlar paylaşıyor. Hikayeleri kesen ortak nokta ise koruyucu yasaların, dezavantajlı grupları güçlendirecek politikaların yokluğu. Bir yandan şiddetin görünürlüğü artarken, diğer tarafta tüketilen bir veriye dönüşüyor. Bu yazıda meramımız; pandemi krizi toplumsal cinsiyet perspektifiyle değerlendirildiğinde ne yaşandığı, evlere kapanmışken elimizdeki en önemli iletişim aracı olan sosyal medyanın imkan ve sınırları ve patriyarkaya karşı mücadelede, krizin içinden krizin sonrasına bakabilme çabası olacaktır.
2019 yılı sonunda ortaya çıkan Kovid-19, 2020 yılının başında tüm dünyayı etkileyen bir pandemiye dönüştü. Nisan ayı itibariyle dünya çapında yaklaşık 2 milyon insanın[1] enfekte olduğu ve yüz binden fazla insanın hayatını kaybettiği pandemi ile değişen günlük, sosyal yaşamların ötesinde kendimizi küresel bir halk sağlığı, ekonomik, sosyal, kısacası tümüyle toplumsal bir kriz içinde bulduk. Her gün Kovid-19 sebebiyle hayatını kaybedenlerin sayısına baktığımızda, gördüğümüz şey sayının ötesinde bir gerçeği ifade ediyor. Butler, başkalarının acıları ile özdeşleşim kurabildiğimizde, kendi kimliklerimizin ötesindekiler için dahi yas tutabildiğimizde, kimi hayatları ötekinden daha çok yası tutulan olarak gören koşullara karşı olduğumuzda, kendimizin de mağduru olduğu şiddet türlerinden ötekileri de koruyacak olan ilkeyi oluşturabileceğimizi söyler.[2] Uluslararası yasaları ve yurttaşlık haklarını çiğneyen egemenler, bireyi hukuk dışı bırakarak ve çıplak hayata indirgeyerek yönetimsellik edimini işletir. Neoliberal koşullarda çok daha fazla güvencesizleştirilen, hayatın kendisinin tümüyle iktidasileştirildiği yerdeyken, bunu ters yüz etmek için öteki ile kuracağımız, birlikte dönüşeceğimiz bağı yaratmaya ihtiyacımız olduğu aşikar.
Her krizde olduğu gibi Kovid-19 salgınında da en derinden etkilenen kesimler arasında trans ve natrans kadınlar olmasına rağmen, bu meseleyi toplumsal cinsiyet açısından okumak yine büyük resmi görmemek, ayrıştırıcı olmak gibi söylemler ve “şimdi sırası değil”lerle karşılandı. Oysa kendine özgü deneyimleri bir yana Kovid-19 krizi de diğer küresel krizlerle ortak noktalar taşıyor ve kadınlar, çocuklar, göçmenler, LGBTİ+, engelli, yaşlılar ve yoksullar, yoksunlar ve madunlar gibi toplumun tüm dezavantajlı kesimlerini daha fazla etkiliyor. Hak ihlalleri normalleşiyor, istisna hallere dayanan “bir boşluk anı”[3] olarak tariflenebilecek zamanlarda normlar egemenler lehine yeniden yapılandırılıyor, kural haline gelebiliyor.[4]
Toplumun dezavantajlı kesiminin gündelik hayat deneyimlerinin kişisel deneyimler olarak değil, toplumsal yapının, patriyarkanın bir sonucu olarak ortaya çıkışını ilk kez pandemi kriziyle deneyimlemiyoruz. Hali hazırda toplumun en güvencesiz kesimlerinde bulunan kadınlar için gelecek daha da belirsizleşiyor veya gittikçe belirgin bir biçimde kötüleşiyor. Devlet mekanizmaları koruyucu önleyici adımları atmaktan inatla kaçınıyor; İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı Yasa etkin şekilde uygulanmıyor, kolluk güçleri tarafından şiddet başvuruları görmezden geliniyor ve aynı zamanda İnfaz Affı Yasası ile kadına yönelik şiddetin faillerini, istismarcıları torba yasalarla serbest bırakmanın taşları döşeniyor.
Mevcut eşitsizliği görmezden gelmenin, krizin sebepleri, süreci ve sonuçlarını da doğru okumayı engelleyeceği, ancak eşitsizliğin devam etmesine neden olacak bir kendini kandırma sürecini besleyeceği söylenebilir. Kriz ile birlikte derinleşen eşitsizlik aynı zamanda daha görünür hale gelirken toplumsal itirazın eve kapanması bu dezavantajlı grupların krizi çok daha ciddi yaşamasına neden oluyor.
Krizi Nasıl Yaşıyoruz?
Pandeminin yarattığı krizin toplumsal cinsiyet temelli şiddete en belirgin dönüşümü #evdekal çağrısı sonucu yaşanan ev içi şiddette görülüyor. Devlet mekanizmalarının bu adı konulmuş şiddete dahi sessiz kaldığını; polisin saatlerce telefonları açmayışında, şiddete maruz bırakılan kadınların başvurularının kabul edilmeyişinde veya sığınma evlerinin yetersizliğine karantina koşullarının da eklenmesiyle daha da savunmasız kalan kadınların sorunlarına bir çözüm önermeyişlerinde açıkça görmek mümkün. Ev içi şiddetin yalnızca fiziksel şiddet olarak algılanması sonucunda; daha az görünür şiddet biçimleri de yine genel kabulde yok sayılıyor. Ekonomik şiddet, dijital şiddet, cinsel şiddetin fiziksel olmayan biçimleri gibi. Ne yazık ki ev içi şiddet, sorumluların bu krizi yönetmekte başarısız olmasından kaynaklanan yapısal şiddetin birçok sonucundan yalnızca bir tanesi.
Bugün karantina elimizde kalan en önemli araç olarak internet yeniden beliriyor. Tormey, toplumsal hareketler için internetin öneminden bahsederken, görünmez olanın görünürlüğünü sağlayan, ağların oluşmasını mümkün kılan zemini oluşturan, alternatif haber ve bilginin yayılmasına imkan tanıyan, hactivizm, net savaşı gibi yeni doğrudan eylemlerin doğmasını sağlayan yüzyılın eylem repertuvarında vazgeçilmezlerden biri olduğunu söyler.[5] Şiddet olmadığı kadar görünür hale gelip, avucumuzun içindeki bir bilgi olarak yerleştiğinde sosyal medya eylemleri ile şiddetin durdurulmasını, şiddetin failinin cezalandırılması, toplumsal adaletin sağlanmasını talep ediyoruz. Bu sesi kimin duyduğu konusunda yer yer ayrı düşüyoruz. Kendi habitusumuza megafon mu tutuyoruz yoksa dönüştürücü gücü olan bir enstrümanı mı kullanıyoruz ikililiği içinde dolanıyoruz. Öte yandan kamusal alandaki görünürlük egemen karşısında en güçlü “buradayım” demenin yollarından biri olarak önemini korumaya devam ediyor.
Dijital dünyanın sonsuz gibi görünen kaynakları gerçekliklerimizi yeniden tanımlarken kontrolün ne kadarının hâlâ elimizde olduğunu gözden geçirmek ve dijitalin hızına yakışacak dönüşümlere izin vermek gerekli belki de. Algoritmalarını kişilerin internet kullanım alışkanlıklarına, beğenilerine, tercihlerine göre düzenleyen ve devamlı bir kendini onaylama sisteminin üzerine kuran dijital iletişim kanalları; bu sistemde görülmek istemeyeni göstermeme, saklama, göz ardı etme işlevini de mükemmel bir biçimde yerine getiriyor. Dijital dünyada yalnızca görmek istediğimizi görüp, istemediğimizi görmediğimiz bu araçlarla içine girdiğimiz yankı odalarında dünyanın her yeriyle iletişim kurabileceğimizi sanarken aslında yalnızca kendi sesimizi duyuyoruz.
Dijital kaynakların gerçekten de dünyanın neredeyse her yerine ulaşma, herkesle iletişim kurma imkânı sağladığı bir gerçek. Ama bunun pratikte gerçekleşmesi, nasıl yapılabildiği sorularının gerçekçi cevabı bu romantik iddiadan oldukça uzak. Şiddeti görünür kılmak için kullandığımız dijital araçlar sayesinde geçtiğimiz yıllarda kadın cinayetleri, istismar, şiddet gündemleştirilebildi. Toplumda daha önce doğrudan iletişimi kurulamayan vakalar, davalar kitlelere gösterilebilir, anlatılabilir, gerçekler paylaşılabilir oldu. Fakat bu görünürlük, şok etkisini yitirirken ardında bıraktığı hissizleşme; görünür olanın mücadelesi için daha başka arayışlara girmenin gerekliliğini ortaya koydu.
Bir kadın cinayetinin videosu bugün toplumda infial yaratsa da ertesi gün etkileşim almıyor. Dün istismara karşı çalkalanan sosyal medyada bugün faillerin cezasızlığı gündem olamıyor. Her gün yaşanan videosuz, skandalsız, “haber değeri olmayan” şiddet vakalarının esamesi okunmuyor. Hikayeler, toplumun her gün yükselen tepki çıtasına aşırılaşmadıkça yetişemiyor, kendine yer bulamıyor.
Yeni araçlarla aynı şeyleri yapmak-yaşamak bizi farklı bir deneyime götürüyor gibi görünmüyor. Devlet şiddete her zamankinden daha sessiz, şiddetin görünür olması için ise her zamankinden daha uç hikayelere ihtiyaç var. Dijital haber kanallarının her zamankinden daha fazla tıka, ünlülerin her zamankinden daha fazla malzemeye, iktidarın her zamankinden daha fazla otoriteye ve sessiz yığınlara ihtiyacı var. Bu şartlar altında şiddet haber aracı olarak, öfke tepkileri geçici tatmin olarak, mücadele için yardım da PR materyali olarak tüketilebilir malzemelere dönüşüyor ve böylece şiddet her yönüyle faydalanılan verimli bir tüketim malzemesi haline geliyor.
Alışıyoruz, alışmayalım!
Tüm kapatılma, yok sayılma, dilsizleştirilme, şiddetin her türlüsünün üzerine boca edildiği kadınlar için sokak, var olma mücadelesinin en önemli mekânı. Yasaklı olan sokaklardan, şiddete uğranılan evlere kadar hepsini yıkmaya, dönüştürmeye ve yeniden kurmaya dair verilen mücadelenin sözü tüm mekansallıkları aşarak vücut buluyor. Türkiye’de neredeyse tüm toplumsal hareketlerin sıkıştığı dönemde, feminist hareketin mücadele ile kazandığı sokağı kriz günlerinde terk etmek durumunda kalması alan kaybetme hissini yaşatıyor olsa da yarını daha güçlü kurmanın, bunu kurmak için belki geçmişte kalmış araçları geri çağırmanın, belki yeni araçlar keşfetmenin zorunluluğunu bir kez daha işaret ediyor.
Bu zamanlardan otorite ile hesaplaşmadan çıkarsak tarihin tekerrüründe kendimizi bulma olasılığımız oldukça yüksek görünüyor. Krizin derinleşmesi ile toplumsal bağların daha da çözüleceği iddiasına karşın yeni bir zemin oluşturmaktan kolektif olarak sorumluyuz. Bu dönemden çıkışımız bildiklerimizin, deneyimlediklerimizin dışında da bir alet edevat kutusuna ihtiyaç olduğunu gösteriyor. Sorumluluğunu taşıdıklarımız, dışarda bıraktıklarımız, tehdit olarak gördüklerimiz, korku nesnesi haline getirdiğimiz tüm ötekilere karşı etik bir kaygıyı elden bırakmadan bir yol bulma zorunluluğumuz var. Ne tek ve aynı yol ne de dört başı mamur kendi bildiğini okuyan, birbirine teğet bile geçmeyen yollar. Aynı kaynağa aktığımız, çeşit çeşit ve çatlaklar yaratan, onu delip geçecek yollara ihtiyacımız var.
Toplumsal cinsiyet temelli şiddetin görünürlüğüne dair tartışmalar her zaman mevcutken, pandemi kriziyle birlikte yüzleştiğimiz; her durumda gözümüzün önünde olan şiddet ve bu şiddetle nasıl başa çıkacağımızı bilemeyen/yüzleşmeyi reddeden bir toplum oluşumuz, yaratacağımız güçlü kamusallıklarla bertaraf edilebilir. Neoliberalizm, pandemide üretim ve yeniden üretim alanlarımızı daha derinlerde çitlemekle kalmadı, yetebilirliklerimizin, yapabilirliklerimizin sınırlarını da ihlal etti. Öyleyse bize düşen yine, yeni ve yeniden sosyal iletişim ve dayanışma ağlarımızı yaratmak, güçlendirmek, yeni araçlar yaratma yeteneklerimizi geliştirmek olacaktır. Yıkılmama gücümüz sanıyoruz ki burada saklı.
[1] https://www.ttb.org.tr/kollar/COVID19/index.php
[2] Judith Butler, Kırılgan Hayat: Yasın ve Şiddetin Gücü, çeviren Başak Ertür. İstanbul: Metis Yayınları, 2005.
[3] Walter Benjamin, Şiddetin Eleştirisi Üstüne’de, hukuk ve siyaset arasındaki ilişkinin kimi durumlarda koptuğunu ve “bir boşluk anı” doğurduğunu belirtir. Benjamin’e göre bu boşluk anı, hukukun denetimi dışında kurulan bir şiddet alanı olarak ortaya çıkmaktadır ve bu bir güçler savaşıdır.
[4] Giorgio Agamben, İstisna Hali, çeviren Kemal Atakay. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2018.
[5] Simon Tormey, Yeni Başlayanlar İçin Anti Kapitalizm, çeviren Ümit Aydoğmuş. İstanbul: Everest Yayınları, 2006.