Gıda Tedarik Zinciri ve Salgının Olası Etkileri
Besin zinciri konusunu fen bilgisi dersinden hatırlarsınız, hani şu bir piramit halinde canlıların birbirini yediği, avlayan-avlanan ilişkisinin betimlendiği, kendimizi insanlar olarak en üst basamağında görmek istediğimiz ancak bizi de avlayanlar olduğu için tam olarak orada duramadığımız zincir. Bu zincirde hamsilerle domuzlar arasında bir yerdeyiz[2] ve tam bu yerin içinde kendi aramızda, yani insanlar olarak, bir gıda tedarik zincirimiz var. İlk bakışta besin zincirinin vahşi piramidinin yerini dost canlısı bir akış almış gibi duruyor bu zincirde, üreticiler üretiyor, taşıyıcılar ve aracılar taşıyor, depocular depoluyor, dağıtıcılar dağıtıyor ve tüketiciler de tüketiyor. Gıda tedarik zinciri şemalarına bakındım internette, epey neşe dolu ve sevimli, tatlı inekler, güzel ahşap ahırlar, sevimli minik marketler var. Kovid-19 salgını sonrası gıda güvenliğimizde yaşanabilecek sorunları yazacağım bu yazıya pek uymadılar. Ben de Türkiye için özellikle salgın gibi durumlarda olası riskleri de içerecek şekilde bir tane hazırladım ama benimki Avrupalı versiyonlar gibi neşeli olmadı tabii.
Her gıda tedarik zinciri gibi bizim zincir de tarımsal üretimle başlıyor. Tarım (hayvancılığı da kapsayan biçimde) bir döngü biçiminde işlemesi gereken bir üretim türü. Tohum bir önceki sene kenara ayrılmış tohumluktan gelir, yem tarladan gelir, gübre o yemle beslenen hayvandan gelir, tohum ekilir, sulanır, yetişir, hasat yapılır, tekrar tohumluk ayrılır. Uzun çağlar boyunca devam etmiş olan döngü buydu. 2006 yılında bir kanunun kabulü ile Türkiye için azalarak bitti, sertifikalı tohumlar zorunlu hale geldi. Sertifikalı tohumlar kısırdı, her yıl dışardan almak lazım geldi. Çeşitli nedenlerle küçük ölçekli hayvancılık son buldu ve yerini epey bir ilaç tüketen endüstriyel hayvancılık aldı, sertifikalı tohumlar kendi özel ilacını ve gübresini zorunlu kıldı derken çiftçi hayvanından, gübresinden ve tohumundan oldu. İşte bugünkü gıda tedarik zinciri tam da böyle bir tarımsal üretimden başlıyor; tohumları sertifikalı ve kısır olan, her yıl tekrar tekrar dışarıdan tohum alınan ve girdi maliyetlerine eklenen, zorunlu biçimde belli bir gübre ve ilacı almayı zorunlu kılan bir üretim. Çiftçi kendi tarımsal üretimini sürdürme yetisini kaybetmiş durumda bu bağımlılık durumu nedeniyle. Ülkelerin birbirlerinin maskelerine, tıbbi kargolarına kırk haramiler gibi el koyduğu, her ülkenin can derdine düşüp ali kıran baş kesen olduğu salgın günlerindeyiz. Şu günlerde tohum satışına bir uluslararası ya da ulusal ölçekte bölgeler arası bariyer gelse, seneye ekim zamanı tarlaların boş kalmasına kimse engel olamaz. Atalık tohumlar oldukça az, tarımın önemli bir kısmı sertifikalı tohumlarla devam ediyor.
Üretimin dinamosu emek gücü. Emek gücü, Türkiye’nin hatırı sayılır bir yüzdesinin olduğu gibi, güvencesiz çalışan tarım işçilerinden oluşuyor. Bu güvencesizlik, düşük ve düzensiz gelir kaynaklı yoksulluğun yanı sıra, bu emek gücünün önemli bir kısmı mevsimlik göç ile yer değiştiriyor ve çok kötü koşullarda yaşama ve çalışma mücadelesi veriyor. Tarımsal üretimi yürüten emek gücünün belkemiğini mevsimlik göçün öznesi olan tarım işçileri oluşturuyor. Bu kırılgan nüfusa bir de kırsal nitelikli yerleşimlerde küçük ölçekli ve kuru tarım yapan çiftçi aileleri eklendiğinde Türkiye’nin kırsal yoksulluğunun tablosu ortaya çıkmış oluyor. Bu üretken nüfus aynı zamanda kentsel hizmetlere erişime en uzak kesimler arasında yer alıyor. Erişemedikleri kentsel hizmetlerin başında da sağlık hizmetleri geliyor. Şimdi tarımsal üretimin belkemiği olan emek gücünün durumu buyken, bu salgında neler yaşanabilir varın siz düşünün. Şehirlerin karnı doyuyorsa iyi beslenemeyen, iyi barınamayan, uzun saatler çalışan tarım işçileri sayesinde. Herkesin insanca yaşama ve çalışma hakkı olduğu için savunmamız gereken tarım işçileri, bugüne kadar ana akım yaklaşımlarda görünmez kılınıyordu. Ancak salgın bu sorunları o kadar açık bir biçimde ortaya döktü ki, yakında kimsenin görmezden gelemeyeceği bir hal alacak. Bir de gıda tedarik zincirine yansırsa bu, kendi canının derdine düşenler bile (insanca bir perspektiften olmasa ve bencilce olsa dahi) görmek zorunda kalacak.
Tarımsal üretim, sulama, ekim, dikim, biçim gibi adımlarıyla oldukça enerji yoğun bir üretim aynı zamanda. Enerji tüketimi tarımsal üretimin en büyük gider kalemlerinden biri. Mazot, elektrik, bir çiftçi için oldukça pahalı üretim araçları. Bir diğer enerji kalemi de güneş tabii işin doğası gereği ama henüz ona fatura kesmiyorlar neyse ki. Salgın zamanı enerji maliyetleri nasıl değişir henüz kestiremiyoruz ancak çiftçiler için tarımsal üretim zaten zorken, salgın koşullarının yarattığı belirsizlikler, olası dağıtım sorunları gibi konular nedeniyle daha da zorlaşacak. Tüketilen bu enerjinin önemli bir kısmı, Türkiye’deki enerji piyasasının eğilimleri doğrultusunda fosil yakıtlardan üretiliyor ve özellikle kömürün Türkiye’de doğaya maliyeti oldukça yüksek. Hava, toprak ve su kirliliği yaratan fosil yakıt bazlı enerji üretimi, yöresindeki tarımsal üretimi de türlü şekillerde sekteye uğratıyor.
Üretim konusunda bir diğer öne çıkan başlık ise su meselesi. Tarımsal üretim, ülke, bölge ve alt bölgeler ölçeğinde ürün deseni planlaması gerektiren bir üretim biçimi. Olağan zamanlarda ürün arzı, ürün talebi, ürün için kullanılacak optimum su ve toprak miktarı gibi konuları bir denge içinde ilerletebilmek için gerekli olan bu plan, salgın gibi olağanüstü zamanlarda ise kısıtlı kaynaklarla geniş nüfusların sağlıklı, ucuz ve erişilebilir biçimde beslenebilmesi için tek yol. Ülkenin, bölgelerin ve tarım havzalarının su bütçesi belli, tek bir insanı beslemek için kaç hektar toprağa ihtiyaç olduğu hesaplanmış, bölgelerin beslenme alışkanlıkları ve tüketmeye yatkın oldukları tarımsal ürünler biliniyor, ülke nüfusunu beslemek için toplam kaç kalori tarımsal ürün alınması gerektiği rahatlıkla hesaplanabilir. İklim krizi ve yoğun su tüketimi kaynaklı kuraklık krizi ile yakın gelecekte karşılaşma riski taşıyan bölgelerimiz var. Bu bölgeler tarımsal üretim dahil su tüketimini kontrol altına almalı, ürün desenini buna uygun hale getirmeli, başka ve sulak ülkeler için tasarlanmış tohumlar, sığırlar, koyunlar yerine bu coğrafyanın su tüketimi az yerel türleri tercih edilmeli. Su sorunu, salgın kaynaklı olarak şehirlerdeki su tüketiminin artma ihtimali ile de derinleşecek gibi durmakta, bu da aklımızın bir köşesinde olmalı.
Bu yazı kapsamında son bahsedeceğim tarımsal üretim aracı ise toprak. Bu paragrafın odağı, Von Thünen’in rant kuramlarına konum kuramı olarak dahil ettiği, Marx’ın da 1. tür diferansiyel rant kapsamında tarımsal rant için göz önünde bulundurduğu tarımsal arazinin konumu meselesi olacak. Türkiye’nin tarım toprakları hızla azalmasına rağmen hala oldukça çok, ve iyi planlandığında hepimizi besleyebilecek durumda, evet. Ancak bir durum var ki, aynen Von Thünen ve Marx’ın dikkat çektiği gibi, bir tarım toprağının konumu oldukça önemli. Sadece o topraktan üreyen rant açısından değil, bu rantın da üremesine sebep olan neden yüzünden: Pazara, yani şehirli tüketicilere yakınlık. Geçen hafta biliyorsunuz büyükşehirlerde ve termik santraller yüzünden Zonguldak’ta karantina ilan edildi. Şehirlerin giriş çıkışları denetleniyor. İş daha ciddiye binerse ve salgın riski nedeniyle karantina kapsamında tarımsal ürünlerin de şehirlere girişi kısıtlanırsa ne olacak? Ya da taşıma sektörü de her sektör gibi insanlardan mütevellit, onlar için de yeterince koruyucu önlem var mı bilmiyoruz. Bu nüfus da salgından etkilenirse ne olacak? İllerin tamamının kendini besleyebilecek yeterli tarım alanı ve ürün çeşitliliği yok. Her ilin tarımsal olarak kendine yetmesi imkansız belki evet. Ancak temel düzeyde, kent çeperi, il sınırları, kent bostanları, Atatürk Orman Çiftliği gibi kent içi tarım alanlarında üretime gözümüz gibi bakmalıyız. Tam da bu şehirlere en yakın ve şehirlerin içindeki alanlar muazzam bir rant ve imar baskısıyla kentsel faaliyet kaynaklı kirlilik tehdidi altında. Karantina zamanları mesafe algımız oldukça farklılaşıyor. Önceden Latin Amerika’dan gelen ananas tüketilirken şu an Konya’dan mercimek gelince mutlu olacak bir hale gerilemiş durumdayız. Tarımsal üretim alanları ile ilgili bir diğer risk faktörü de endüstriyel tarım. Geniş alanlarda tek ürüne (monokültür) dayalı üretim, doğal alanların geniş biçimde yok edilerek endüstriyel tarım alanlarına dönüşmesi doğal yaşamı tehdit eden ve alanını daraltan bir gelişme. Aynı zamanda, tek ürün nedeniyle toprağı tüketen, geniş coğrafyalarda canlı yaşam alanlarının ortadan kalkmasına neden olan bu tarım türünün, salgın günlerinde özellikle viral salgın hastalıkların konak olarak hayvanların yanı sıra artan bir şekilde insanların da konak haline gelmesi ihtimalini arttırdığı tartışılıyor[3]. Özellikle endüstriyel hayvancılığın etkisi bazı salgın hastalıklar açısından bilinen bir konu haline gelmiş durumda[4][5].
Üretim tamamlandıktan sonra gıda zincirinde sıradaki önemli adım taşıma. Hazırladığım görselde neşeli bir şeyler olsun diyerek selvi boylum al yazmalım filmindeki kırmızı kamyonun oyuncak replikasını koydum ama o film de pek neşeli sayılmazdı, insanın içine oturan bir yanı vardı. Gıda zincirinin her basamağı taşıma faaliyetlerini içeriyor aslında. Üretim sırasında mevsimlik tarım işçilerinin taşınması, üretilen ürünlerin tarladan taşınması, ürünlerin toplandıkları yerlerden depolara, oradan hallere oradan da pazara, markete, manava, bakkala taşınması, üretime başlamadan evvel gerçekleşen tohumun, ilacın, gübrenin ulusal ve uluslararası ölçekte taşınması gibi aşamalar buna dahil. Böylesi bir devinimin olduğu gıda tedarik zincirinde salgın hastalık ve karantina etkisi ilk olarak taşımayı vuracak gibi görünüyor. Pek çok konuda uluslararası dolaşım durdu, ülkeler sadece yolcu hareketliliğini değil, değişik malları da kısıtlıyor birer birer. Tarımsal üretim bundan hem pazar daralması açısından hem de girdilerin kısıtlanması açısından iki yönden birden etkileniyor. Karantina koşulları derinleşirse, ülke içi şehirlerarası, kırsal alanlar ve kentsel alanlar arası dolaşım ve taşıma da sekteye uğrayabilir. Bu durum, bazı ülkelerde yaşanmaya başladı bile. Gıda tedarik zincirinin sekteye uğraması yüzünden Amerika’da çiftçiler ürettikleri sütleri döktüler[6]. Bu arada aynı haberde markette yoğun talep yüzünden süt alımının 2 paketle sınırlandırıldığı da duyurulmaktaydı. Gıda tedarik zinciri tam olarak böyle bir şey işte. Eğer düzgün çalışmazsa, kapitalist ekonominin tutarsızlıkları, salgın zamanı iyiden iyiye görünür hale gelen “piyasa” gereklilikleri yüzünden yoğun talep varken dahi bir dünya süt üreticileri tarafından sokağa dökülebilir.
Gıda tedarik zincirinde bir diğer adım depolama. Biz her ne kadar her mevsim her sebze ve meyveyi marketlerde görmeye alışmış olsak da her bir ürün için hasat zamanı diye bir şey hala var. Seralar gibi sık ve mevsimden bağımsız üreten alanlar dışında, her bölgenin, tarım havzasının, ürünün kendine has bir veya birkaç hasat zamanı var. Örneğin patates yılın belli bir zamanında çok miktarda hasat edilir, sonra da Niğde, Nevşehir gibi illerde tarihi ve doğal mağaralarda depolanır ve peyderpey piyasaya sunulur. Soğan için de benzer bir durum geçerlidir. Başka bazı tarımsal ürünler de soğuk zincir, soğuk depolama sürecinden geçerek bize ulaşır. Salgın hastalık durumunda, ulaşımda yaşanan kopukluklar nedeniyle gıdanın depolanmasında gecikme olabilir ya da salgın hastalık nedeniyle depo kontamine olabilir. Erken önlem meselesi bu adımda da önem kazanıyor.
Gıda tedarik zincirinde sondan bir önceki halka ise taşımanın da bir parçası sayılabilecek dağıtım basamağı. Kent içinde sosyoekonomik gruplara göre dağılan marketler arasında özellikle bölgesel ve yerel olanların beslendiği dağıtım ağları, büyük perakende tekellerine göre oldukça kırılgan. Küçük esnaf, yerel mahalle marketleri, eğer büyük bir zincirin parçası değillerse bu süreçte salgın ve karantina kaynaklı sorunlar yaşayabilir. Evden çıkmama özgürlüğüne sahip kesimler daha yoğun biçimde internet üzerinden market alışverişine yönelmiş durumda. Bu da yine internetten hizmet sunma ya da evlere kendi elemanlarıyla dağıtım yapma konusunda yetersiz kalan küçük marketlerin, bakkalların, manavların salgın krizini daha derinden yaşamasına sebep olabilir. Dağıtım ile ilgili bir diğer konu da emek gücü. Salgından önce ulusal ve uluslararası yazında niteliksiz işgücü olarak nitelenen, ancak salgın ile beraber olmazsa olmaz (essential) işgücü konumunda olduğu anlaşılan dağıtım, kargo, posta, taşımacılık sektörü çalışanları gıda tedarik zincirinin dağıtım basamağında merkezi konumda. Salgın hastalık sırasında yüksek risk altında pek çok kişiye temas etmek zorunda olarak çalışıyorlar. Çevrimiçi alışveriş trafiğinin artması ile yoğunlukları daha da arttı, buna karşın çalışma koşulları iyileşmedi. Hatta salgın kaynaklı olarak daha da kötüleşmiş gibi görünüyor. Dağıtım sektörü işgücü de salgın nedeniyle yüksek risk altında ve gıda zinciri bu basamaktan da kopabilir. Buraya kadar okuduysanız tüm basamaklardan herhangi biri koptuğunda gıda tedarik edemeyeceğimizi anlamış olmalısınız. Bu bir zincir ve halkanın biri koparsa zincir kopar.
Gıda tedarik zincirinin son halkası ise tüketiciler (aslında değil, sonrasında da tükettiğimiz gıdadan kalan ya da çıkan atık var ve o da oldukça önemli bir parçası/sonucu bu zincirin, ancak bu yazı kapsamında tüketiciler ile bitireceğim ben anlatıyı). Tüketiciler, yani biz hepimiz. Tarım işçisi ya da çiftçi değilsek en iyi bildiğimiz halka bu zincirde. Yukarıda anlattığım zincirin herhangi bir yerinde yaşanan bir aksama, doğrudan pazara fiyat olarak yansıyor. Alım gücü düşük ülkelerden birinde yaşıyorsanız, çoğunluğun maaşı düşük. Örneğin Türk lirasının alım gücü düşük, dolayısıyla gıdada fiyat dalgalanmaları epey etki yaratıyor kişisel ve toplumsal bütçemizde. İşsizlik oranları da düşmüyor, aksine artıyor. Durum buyken, gıda fiyatlarının geleceği belirsiz ve karanlıkken, ülkenin %20’si halihazırda açlık sınırının altında yaşarken,[7] bir de salgın ve salgının yarattığı kriz eklendi bu duruma. Ucuz ve sağlıklı gıdaya adil erişim konusunda sallantıdayız. İyi tarım ürünlerine, organik tarım ürünlerine, ilaçsız ve/veya GDO’suz tarım ürünlerine erişim oldukça kısıtlı zaten ülkede. Çünkü bu ürünler pahalı, şimdi bir de ilaçlı, GDO’lu, karnımızı doyurmak için aldığımız ürünler de pahalılaşıyor. Protein epeydir çok pahalı zaten ülkede. Et, tavuk, balık, bırakın bunların antibiyotiksiz, ilaçsız olanını, her tür işlemden geçen endüstriyel hayvancılıktan gelen protein de pahalı. Haftada bir erişkinliğe ulaşıp dev gibi olan ve bir protein kaynağı olan kültür mantarı bile pahalı. Tüm bunların üstüne bir de şimdi kolayca her yere ve her şeye bulaşan bir salgın hastalık eklendi. Aldığımız gıdalarda virüs var mı yok mu bilmiyoruz. Muhtemelen var, nasıl dezenfekte edeceğimizi bilmiyoruz. Marketlerde havalandırma sistemi kaynaklı dönüp duran aynı hava yüzünden bu gıdaları alırken de salgın hastalık riski altındayız. Buralarda çalışanlar için durum çok daha kötü, karantina altına alınıp kapatılan marketler var. Kimi marketlerde çalışanlar zorla evlere gönderiliyor, hasta olanlar işten çıkarılıyor ya da ücretsiz izne ayrılıyor. Yani iler tutar yeri yok geldiğimiz durumun. Hamsilerle domuzlar arasında bir yerde, hep birlikte hayatta kalmaya çalışmaktan başka çaremiz yok. Bu zincirde her halka diğer halkaların öneminin farkına varmalı, herkes için gıda güvenliği sağlanmalı.
[1] Soylent Green is People! Harrison, H. Yer Açın! Yer Açın! Kitabından
[2] https://evrimagaci.org/insan-besin-zincirinin-neresinde-trofik-olcekte-domuzlar-ve-hamsiler-ile-ayni-seviyedeyiz-1735
[3] https://www.grain.org/en/article/6433-capitalist-agriculture-and-covid-19-a-deadly-combination
[4] https://theweek.com/articles/457135/5-modern-diseases-grown-by-factory-farming
[5] https://www.yurtgazetesi.com.tr/olumcul-salginlarda-endustriyel-hayvancilik-sisteminin-payi-makale,17294.html
[6] https://www.weforum.org/agenda/2020/04/dairy-milk-pandemic-supply-chains-coronavirus-covid19-pandemic/
[7] https://www.evrensel.net/haber/363719/vatandaslarin-yuzde-20si-aclik-sinirinin-altinda