Urgenda davası, 1990’lı yıllarda etkisi en üst seviyeye çıkan çevre hukuku ve hukuki mücadelenin küresel ölçekte yeniden gözler önüne çıkmasında etkili oldu. Ancak bu davayla hukuki mücadelenin anlam ve öneminin de küresel düzeyde farklılaştığını vurgulamak gerekiyor. Çevre mücadelesi açısından bu tip davalar, çevreye zararlı bir yatırımın önlenmesi veya karar vericililerin uyarılarak bu tarz uygulamalardan vazgeçilmesi amacını taşımaktaydı. Ancak iklim krizine karşı, Hollanda hükümetinin sorumluluklarını küresel çevre sözleşmeleri temelinde yerine getirmediği ve getirmesi gerektiğine mahkemece karar verilmesine yönelik bir dava yeni bir politik hukuki sürecin önünü açtı.
Çevre hukukunun devletler arasında ikili veya uluslararası kuruluşlar temelinde işleyen çoklu müktesebatında ciddi bir aşınmayı temsil ettiği Kyoto ve Paris İklim anlaşmalarının hemen ardından ihtiyaç duyulan güçlü siyasal aktörü göstermesi açısından önemlidir!
Tüm bu müzakere süreçlerinde, çevre hukukunun küresel eşitsizlik ve adaletsizliği gözeten bir takım mekanizmaları barındırmaması halinde işlemeyeceğine dair eleştirilere yanıt olacak şekilde alınan yargı kararları, Hollanda hükümetinin gelişmiş kapitalist bir ülke olarak sorumlu tutulmasını sağlayan süreci ne devletler ne de küresel devlet işbirlikleri mümkün kılmıştır. Bunu Urgenda Derneği ve Hollanda’da giderek güçlenmiş köklü ekolojik yurttaş hareketi mümkün hale getirmiştir. Diğer halkların ve canlıların iklim adaleti hakkını koruyan bu yurttaş davası, küresel çevre hukukunun mümkün olabileceğine dair umudu canlı tutmuştur.
Davaya salt bir stratejik dava, iklim krizine karşı ulusal düzeyde hukuki bir propaganda aracı olarak bakmak davanın etki ve önemini etkisizleştirecektir. Bu dava, küresel çevre hukukunun mümkün olmasına dair yol ve yönteme dair ipuçlarını vermesi açısından anlamlı ve önemlidir.
Davanın argümanlarının, hukuki pozitivizmin sınırlarını zorlayan özgünlüklerini bir yana bırakacak olursak politik sonuçları itibariyle; küresel eşitsizliklere dikkat çeken yönünün daha önemli ve anlamı olduğu açıktır.
Böyle bir davanın teknik açıdan kıta avrupası hukukunu benimseyen Türkiye’de açılamıyor olması mevcut hukuki araçlarla neyi nasıl değiştirebileceğimizle ilgili sınırlı bir ip ucu vermektedir. Bu nedenle de bu davanın biçiminin değil üslubunun iyi ortaya konulması gerekir. Bu dava ile Hollanda halkının bugünkü kuşaklarının iklim krizindeki etkisinin, gelecek kuşaklara karşı sorumluluğunu yerine getirmediğinin devlet düzeyinde tanınması, bunun yaptırımının olmaması ile eleştireye tabi tutulmamalıdır. Bu hukuki – yargısal tanıma bugün halklar arasında eşitsizlikçi bir biçimde işleyen mevcut iklim krizinin çözülmesi için önemli bir başlangıçtır.
300 yıllık eşitsizlik ve adaletsizliğin sonuçlarını yaşadığımız şu günlerde bu yargılama sürecinin sonucuna takılmadan, yargılanma iradesinin açık ve küresel etkileri olacak biçimde cereyan etmesini, küresel eşitsizlik sistemine müdahale için bir fırsat olarak görmeyi gerektirir. Bu nedenle de mevcut iklim rejimini tersine dönüştürecek enerji, küresel sivil toplumun kapitalist toplumların ihtiyaçlarına göre tasarlanmış yaşam döngülerinin sorgulamasıyla hayat bulmaktadır. Bu açıdan dava, yeni bir küresel ekolojik hukuki düzenin, devletler arasında ve küresel organizasyonların müzakereleriyle değil, adaletsizliğin mağduru toplum kesimleri ve onların örgütlerinin küresel ve ulusal mücadeleleri ile kurulacağını ispatlamıştır.