Fevzi Özlüer
Neredeyse pek az devletin ortada göründüğü bir iklim zirvesi daha sona erdi. Toplumun iklim zirvesini etkileme inadı ise sokak gösterilerinin büyülü kampanya dili arasında açığa çıkamadı. Bundan tam 27 yıl önce sürdürülebilir kalkınma zirvesi ardından biyolojik çeşitliliği ve iklimi korumak için yapılan 2 önemli uluslararası sözleşmenin altından da çok sular aktı. Küresel çevre anlaşmalarında çevre hukuku ilkelerinin, bağlayıcılığının ve sorumluluk düzeylerinin eriyip gittiği bir sürece tanıklık ettik. Fakat tüm bu sürecin temel küresel politika ilkelerinin belirlenme biçimi ile bu ilkelerle uyumlu hedeflerin gerçekleşmesine yönelik uygulamalar arasında bağının da yöntemli bir biçimde kurulabildiğini söylemek oldukça güç. Hedef ve hedefe yönelmiş uygulama arasında yöntemsel bir bağın kurulabilmesindeki güçlüklerin ulusal ve yerel ölçekte gelişen iklim aktivizmlerine de taşındığını söyleyebiliriz.
İklim anlaşmalarından temel olarak Türkiye kamuoyu ne bekliyor sorusuna kısa elden verilebilecek yanıt, devletin iklim krizine karşı bu krizi yönetecek bir takım adımlar atması gibi beylik bir cümle kurmak adetten olmuştur.Ancak, ortada hala ciddi bir sorun var. Türkiye Devleti merkezi ve yerel yönetimleriyle, iklim krizini engellemeye yönelik sera gazı azaltım hedeflerini gerçekleştirecek bir eylem planını nasıl hayata geçirmelidir? Bu eylem planını önüne koyması durumunda bu azaltım hedeflerinin gerçekleştirilebilir olma koşulları nasıl mümkün olacaktır? Bu konuda yöntem nedir?
Geldiğimiz aşamada bazı belediyelerin iklim krizine karşı bir takım azaltım hedeflerine yöneleceklerini beyan ettiklerini görüyoruz. Bu başlangıçta olumlu gibi görünebilir. Yerel yönetimlerin iklim eylem planlarını açıklamış olmalarını olumlu bir gelişme olarak görmek için bu eylem planlarını gerçekleştirme yönteminin nasıl saptandığına veya gerçekleştirme yönteminin olup olmadığına bakmak gerekir. Azaltım hedefi açıklayan tüm belediyelere baktığımızda bunu nasıl mümkün kılacaklarını açıklamadıklarını veya buna ilişkin bir yönteme de sahip olmadıklarını söylemek abartılı olmayacaktır. Peki, bu durumda yeni bir yönetim süreci içinde olan Belediyelerde azaltım hedefine esas eylem planlarının hazırlanmasının bir grup Belediye bürokratı etrafında bir uzmanlık bilgisi veya proje konusu olarak gerçekleştirilmeye çalışılması yerine yurttaş grup ve oluşumlarının katılımıyla ve denetime açık bir eylem planı hazırlamak, bu planın hayata geçmesi ve planın bir yönteme bağlanmasını daha mümkün kılmaz mı? Bence kılar. Buna karşın iklim eylem planlarının katılımcı bir planlama yaklaşımı ile hazırlanmadığını pekâlâ söylemek mümkündür. Bunun sonucunda da bu planlardaki hedeflerin nasıl tutturulacağı soru işaretidir.
Belediyeler bu azaltım hedefleri ile stratejik plan düzeyinde gerekli bağı kurmadıkları ve enerji, ulaşım, gıda alanlarında da bir takım iklim politikaları benimsemekle birlikte uygulama araçları ile hedefler arasında gerekli bağın kurulmadığı da aşikârdır. Örneğin, Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin başka illerden değil ilçe belediye sınırları içinden buğday alımı yapacak olması, kara taşımacılığından kaynaklı emisyonlarda hesaplanabilir bir düşüşe tekabül edecektir. Bunun gibi iktisadi bir takım temel yönelimlerin iklimin korunması, karbon emisyonlarının göreli olarak aşağıya çekilmesi gibi dolaylı hedeflere hizmet edeceği açıktır. Ancak Belediye düzeyinde, yapılması planlanan uygulamaların hangi hedeflere nasıl tekabül ettiği sorusu yine bu uygulama ve hedef ilişkisi kurulamadığı için açıkta kalmaktadır.
Bu durumda gerek sivil topluma gerekse de devletin iklim konusunda sorumluluk alması gerektiğini düşünenlere bir ödev düşmektedir. Devletin iklim konusunda adım atmasının ilk koşulunun onun taahhüt vermesi olduğunu düşünmemek gerekir. Çünkü verilen sözün iki tarafı vardır. Söz veren ve söz verilen. Söz verilen kendisine ne için söz verildiğinin farkında ve bilincinde olacağı bir ön hazırlık içinde olmak zorundadır. Ancak ve maalesef ki söz verilenler iklim koruma konusunda devletin bir kanadı olan yerel yönetimlerin bu sözlerini gerçekleştirme aşamasında sınırlı bir etkiye sahip olacak biçimde konumlanmışlardır. Örneğin söz veren bu sözü, yurttaşlardan mı devralmıştır? Verilen sözün tutulmamasının yaptırımı var mıdır? Bu söz yurttaş hareketinin talepleri midir? Yoksa belediyelerin PR çalışmasının sonucu olarak mı kalacaktır? Bu sorulara olumlu veya olumsuz yanıt verebileceğimiz günlerin içinden geçiyoruz. Ancak görünen o ki küresel iklim siyasetinin etkisi yerel politikaya nüfuz etmiştir. Küresel düzeyde politikaya karar verenlerle politikanın nesnesi haline gelen yurttaşlar arasındaki derin açı Türkiye’de de giderek yerli bir iklim siyaseti haline gelmiştir. İklim koruma vaadi içinde olan belediyesinden, sivil toplumuna; halka rağmen veya doğa adına bir iklim adaleti ve demokrasinin hayat bulmasının olanağının olmadığını son 30 yıllık iklim siyasetine bakarak çıkarsamada bulunmaları gerekir. Eski metinlerin yeni bir okumasını yapmak elbette mümkündür.
Ancak bugün iklim siyaseti, toplumun en geri kalmış, en ezilmiş, en yoksul sınıf ve gruplarının öz çıkarı olması gerekirken, iklim politikası devlet bürokrasisi, sektör dernekleri ve sektör temsilcileri tarafından geliştirilen bir uzmanlık bilgisi haline dönüştürülmektedir. İyi yaşama, canlılarla birlikte mutlu olma pratikleri barındırmayan ve küresel iklim siyasetinin ziyadesiyle iz düşümünü taşıyan bu yükümlülük altına sokma siyaseti, eninde sonunda, halk tarafından üretilmediğinde bir politika belgesi sınırlarında kalacak ve atıl bırakılmış yüzbinlerce iklim hedefi raflarında yerini alacaktır. Bu nedenle bugün yaşayan kuşakların ihtiyacını kuşatan ve onla birlikte oluşturulmayan iklim eylem planları, son otuz yılın hatalarını tekrar eder. Uygulama ve hedef arasında bağ kurmayan, yurttaşlık temelinde iklim adaleti siyasetini katılımcı bir biçimde inşa edemeyen yerel yönetimler ve yükümlülük altına almaya yönelik hedef belirleme stratejisi umarız ki son 30 yılda onlarcasına tanıklık ettiğimiz iklim metaforları düzeyinde kalmaz.