Anlaşmanın yarattığı sosyal etkinin devlet politikalarını dönüştürülebilmesi ve aşağıdan yukarıya doğru bir iklim politikası gerekliliği Amerika’nın çekilmesi ile ortadan kalkmış değil. Trump’ın iradesi, anlaşmanın hukuki esnekliğini de yürürlüğünü de etkileyen bir sonuç doğurmasa da mevcut duruma sevinenlere bir çift sözümüz var: İklim krizinden mağdur olan Türkiye gibi ülkelerin kimi seçkinlerinin ortaya çıkan hal ve yönelimi yeterince anlamadığını görüyoruz. Sevinenler ve hayal kırıklığına uğrayanlar aslında kendiliğinden bir şeylerin olacağını varsayanlar. Trump’ın vedasıyla iklim mücadelesinde bir şeyler bitmez ama başlayabilir.
Trump tarzı siyaset, dünyayı doğalgaz – petrol denkleminde bir jeostratejiye ve bu stratejinin dolar ölçeğinde piyasasını canlandırmaya adamış durumda. Milyar dolarlara satılan silahlar, bölgeye akan bombalar bu doğalgaz ve petrol sistemine egemen olmak için.. Bu nedenle de dünya üzerinde savaş senaryoları etkin hale getiriliyor. Türkiye ise enerjide dışa bağımlılıktan kurtulma iradesini resmi belgelerine yansıtmış ve iklim konusunda da bu enerji bağımsızlığı perspektifini benimsemişken, küresel tek kutuplu dünya sisteminin yegane karar vericisi olmak için de fosil yakıt rejimini diriltmek zorunda olan Amerika’nın tavrını olumlayamaz. Yıllarca fosil yakıt uygarlığıyla adı anılan ülkeler Çin, Hindistan gibi ülkeler de fosil bağımlılıktan uzaklaşmaya çalışıyor, bu tercih; ülkelerin gelişme politikalarında bağımsızlık arayışıyla ve tek kutuplu dünyanın bitişiyle yakından ilgili.
Türkiye, bir yandan kapitalist küresel sistemin karşısında, devlet kapitalizmine yönelirken iklim siyasetinde de enerji bağımsızlığını esas alarak yürümek istiyorsa eninde sonunda Trump politikalarıyla karşı karşıya gelecek. Geç kapitalistleşen Türkiye gibi ülkeler için, yenilenebilir enerjiye yönelmek, hem gelişme hem de bu enerjide bağımlılık yaratan fosil sistemden kopuş için bir zorunluluk olarak görünüyor. Bu bağımsızlığın gerçekleşmesini arzu etmeyenler için Trump’ın çıkışı bir sevinç kaynağı olarak görülebilir. Ancak, Türkiye bu hatta durarak adil, güvenli, temiz ve bağımsız bir enerji politikası geliştiremez ve gelişemez. Amerika’nın ülkeleri enerji, gıda gibi alanlarda kendisine bağımlı kılan ve dünyanın hakimi olma iradesinin karşısında durarak, Paris Anlaşması’ndan ayrılmasını bir fırsata çevirmeli ve enerjide kendine ait teknolojilere, yenilenebilir temiz enerjiye yönelerek bağımsızlaşabilmek olanak dahilindedir.
Ekoloji mücadelesi açısından da bu durum, benzer bir nitelik taşımaktadır. Trump’ın tetiklediği savaş uygarlığına dayalı ekonomizm, demokratik hiç bir değeri tanımıyor. Toplumun karar alma süreçlerinde yer almasını arzu etmiyor. Bir kişinin ve etrafındaki çıkar çevresinin dünyanın geleceğini mahvetmeye karar vermesini seyredemeyiz. Batan bir uygarlığa ve çevre cinayetine yüzümüzü dönemeyiz. Bu nedenle de Trump’ın fosil uygarlığını seçmesine yönelik bu adımı bize şu gerçeği daha fazla hatırlatmalıdır: iklim krizini çözecek olan, yaşayan toplumların bizatihi kendisi ve seçecekleri hayat tarzıdır. Bu farkındalık, yaşamın planlanması ve demokratikleşmesi ekolojik bir toplumun ve yönetimin de işareti olacaktır.
Üretimde de bu anlamda yeni yeni arayışlar içinde olunuyor olması ise geleneksel reflekslerden kolay kolay kopulamadığını gösteriyor. Türkiye’nin son 60 yıllık gelişme deneyimi içinde şehirleşme en önemli büyüme kalemi. Son yıllarda da bu sektörün ayakta kalması için çok çaba sarf ediliyor. Ancak, ülke ekonomisinin üretime yönelmiş yatırım ve yenilikçilik odağında büyümemesi, tüketim odaklı yatırımların teşvik edilmesi, bu alanda her türlü hukuki sürecin esnekleştirilmesi sınırlı ülke kaynağının da giderek erimesine yol açıyor. Büyükşehirlerin sayısının artmasının ardından, şehirlerin yaygınlaşması, kırsal alanlarda yeni alt yapı, ulaşım ihtiyacının gündeme gelmesi de inşaat sektörü üzerinden büyüme politikalarına birer altlık niteliği sağlamış durumda. Gayrimenkul olarak görülen kentsel arazinin menkulleştirilmesine yönelik düzenlemeler de ekonomide istenilen canlanmanın önünü açamıyor. Türkiye’de zihinsel bir kırılma yaşanıyor olsa da bu bu kırılmanın politik etkisini uzun yıllar içinde almayı bekleyecek bir zaman yok. Türkiye halkı, üretime dayalı olmayan sektörler üzerinden gelir elde etme döneminin kapandığının farkına varıyor. İnsanların elinde satacak, arsaya dönüşecek yerler tükendi, tükeniyor. Bu durum bizi planlı bir üretime yönlendirmezse büyük sosyal ve ekonomik acılar yaşamak zorunda kalacağız. Bu nedenle planlı, demokratik, ekolojik bir üretimi odak alan yaklaşım iklim konusunda da yerel ve merkezi politikaları dönüştürecek. Buna öncelik veren her türlü fikir, çalışma, yatırım ve girişimin desteklenmesi gerekiyor.
Antalya’da mermer ocaklarına karşı hukuki mücadele yürüten çevreci bir ailenin katil tutularak Mayıs ayında öldürülmesi sonrasında, kamu düzeni, kolluk, güvenlik ve yaşama hakkı ilişkisi yeniden gündeme geldi. Türkiye olağanüstü hal koşullarında böylesine acı bir durumla karşı karşıya kaldı. Daha önce pek çok madende kaçak işçi çalıştırıldığı, kayıtsız yabancı işçilerin öldüğü haberleri bu sektörün en karanlık yüzüydü. Ancak, bir cinayet vakasının gündeme gelmesi Türkiye’nin Kolombiya gibi ülkeler arasında anılmasına yol açabilecek kadar ciddi bir risk barındırıyor.
Kolombiya’da kimi maden ocaklarını kamu denetiminden kaçıran şirketler kendi kurdukları güvenlik sistemiyle bir tür özerk yönetim olarak işletiyor. İşletmeler devletin varlığını ve yasalarını tanımdan bu tür paramiliter yöntemlerle iş yapmaya kalkarsa bu durumun varacağı yer devletin yerine geçmektir, kamusuzlaştırmadır. Bu nedenle de işlenen cinayetin Anayasal düzeni tehdit boyutu vardır.
Kamu düzenini tesis etmek amacıyla silahlandırılan kişilerin ve veya grupların varlığı, Türkiye’de kolluk güçlerine alternatif bir yapılanmayı da gündeme getirmeden Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve hatta madencilik alanındaki örgütlenmeler de bu davada öldürülen yurttaşların yanında davaya katılmalıdır. Yoksa güçlünün güçsüzü yasal bir düzenlemeye ihtiyaç duymadan doğrudan kaldırdığı bir sistemin önünü madenciler kendi arasında da alamazlar. Netice itibariyle, cinayetin çevresinden dolanmak, bu meseleyi bir adli vakıa olarak görmek ve hatta aslında çevrecilerle maden şirketleri arasında bir şiddetli çatışma olarak meseleyi kavramak, şirketlerin kamu düzenine başkaldırdığını görünmez kılar.
Çevreciler yıllardır, kamu düzenini korumak için mücadele ettiler, ağacı, çiçeği, ormanı, madeni de bu nedenle sahiplendiler.. En zor zamanlarda bile yargıya güvendiler, hukukun üstünlüğünü ayakta tutmaya çalıştılar..Devletin ve hukukun varlığını tehdit gören şirketlerin karşısında kamu düzenini, ülkelerini ve dünyayı evleri gibi korumaya devam edenler için hukuk, kimsesizlerin kimsesidir..