• Sinan Erensü
  • Yorum yapılmamış

İmparatorluk ve Çevresi

Konu ABD olunca en eleştirel olanlarımızı bile bir düşünce tembelliği kaplayıveriyor. Yorumlar “kim gelse fark etmez ki” ile “Amerika’dan değişim beklemek saflıktır” kolaycılığı arasına sıkışıp kalıyor. Sınıf, devlet, toplumsal cinsiyet vb. meseleleri için kullanılan analitik gözlükler, bol katmanlı analizler konu Birleşik Devletler olunca bir kenara bırakılıyor, koca ülke Washington’a, Senato ve onun çevresinde faaliyet gösteren lobi ve kurumlara indirgenip küresel imparatorluk yekpare olarak algılanıyor. ABD’yi içi kazan gibi kaynayan bir küresel imparatorluğun her daim sürprizlere açık başkenti olarak algılamak yerine, onu mutlak, muktedir ve değişmez bir güç merkezi olarak görme eğilimi ağır basıyor. Dolayısıyla, ABD içi güç dengelerini pek merak etmiyor, hegemonyanın daha karanlık hale gelebileceğini yahut tam tersine, yeni kıtadan heyecanlandırıcı bir şeyler çıkabileceğini, sanmıyoruz. Böylece, imparatorluğun merkezinde yer değiştiren cepheler, çatırdayan ittifaklar aynılaşıyor, toplumsal mücadeleler silikleşiyor.

Bir gündem ve bakış açısı olarak ekoloji ABD’ye dair paylaştığımız bu düşünce tembelliğini yıkabileceğimiz, imparatorluğu olanca çelişki, mücadele ve müphemlikleri ile görebileceğimiz bir imkân aslında. ABD hiç kuşkusuz yeni dünya düzeninin ve küresel kapitalizmin bir numaralı taşıyıcısı. Öte yandan ekolojik çözülmeyi ve küresel çevre adaletini doğrudan etkileyen iklim değişikliği, tüketim çılgınlığı, fosil yakıt ekonomisi gibi belli başlı sorun alanlarını ABD’den bağımsız düşünmek mümkün değil. Ancak aynı ABD milli parklar ve çevre koruma kavramlarının da tarihi merkezi. Dünyanın ilk çevre ajansının (çevre bakanlığı da diyebiliriz) 1970 yılında, hem de Cumhuriyetçi Başkan Richard Nixon tarafından (ve elbette 68 kabarışının bir neticesi olarak) kurulduğunu da biliyoruz. Bugüne gelecek olursak küresel iklim adaleti kampanyalarının en hareketlilerinin – Eylül 2014 dünya metropollerinde gerçekleşen Halkların İklim Yürüyüşü’nün en büyük ayağının 300 bini aşkın eylemciyle New York’ta gerçekleştiğini hatırlatmak suretiyle – ABD’de yaşandığını söylemek de yanlış olmaz sanırım. Tüm bunların üzerine Obama döneminde başarıyla sonuçlanan iki petrol boru hattı direnişini (Keystone XL ve Dakota Access) ve bu direnişlerin kabarttığı militan çevre aktivizmini de ekleyelim. Karşımıza çıkan tablo bin bir türlü tahakküm ilişkisinin ve ekolojik sistemi hiçe sayan pratiğin yanı sıra tüm imkân ve olasılıklarıyla bir mücadele alanı. Bu mücadele alanının hangi söylem ve eylemlerin etkisi altında kalacağı ABD kadar tüm dünyayı ilgilendiriyor.

Peki Trump’ın seçim zaferi mücadele alanını nasıl etkileyecek? Bu bağlamda gündemin en üst sırasında yer alan mesele kör topal ilerleyen iklim değişikliği ile mücadele. Trump’ın ABD’yi geçen yıl imzalanan Paris Anlaşması’ndan çekmesi düşük bir ihtimal olarak görülse de fiiliyatta yapacakları —belki de yapmayacakları ile— anlaşmayı boşa düşürebilir. Bu bağlamda Trump Mart ayının son günlerinde bu korkuları körükleyen bir icraata imza attı ve EPA’ya Obama dönemi politikası olan Temiz Enerji Plan’ını terk etmesini emretti. Obama döneminin en önemli çevre kazanımı olan ve Paris Anlaşması hedefleri ile eşgüdümlü gitmesi beklenen bu plan bir “executive order”a (bu aralar çok alışık olduğumuz KHK) dayan ardında Senato imzası bulunmuyordu. Dolayısıyla planın yerle bir edilmesi de bir başka “executive order” ile hallediliverdi. Trump etrafına şirket temsilcilerini, enerji liderlerini ve kömür madencilerini alarak ekonominin önündeki engelleri kaldırma sözüyle kararnameyi imzaladı. İstediği yasaları Senato’dan geçiremeyen, başkanlık rüştünü bir türlü ispat edemeyen Trump için çevre düzenlemelerini kısmak yegâne hareket alanı olmuş gözüküyor.

Bu noktada Trump yönetiminin çevreye vurabileceği darbenin bir durağı da Çevre Koruma Ajansı (EPA). Trump’ın Kongre’ye sunduğu bütçe önerisi EPA’nın bütçesinin üçte birini tırpanlamayı öngörüyor. Kabul edilmesi halinde bu boyutta bir kesinti kurumunun denetleme gücünü fiiliyatta kullanamaması anlamına gelecek. Ancak kesintinin olası etki alanı bununla sınırlı değil. Mother Jones dergisinin Mart 2017 sayısında çıkan bir habere göre EPA kesintileri İklim Değişikliği’ne yönelik—zaten sınırlı olan ve şimdi budanan—mücadeleyi sekteye uğratma amacı da taşıyor olabilir. Aslında EPA, ABD Yüksek Mahkeme’nin 2007 tarihinde aldığı çığır açan bir karara göre ülke içinde iklim değişikliğine sebep olan sera gazı salımlarını denetleme mecburiyetinde olan bir kurum. Bu karara göre EPA bu yükümlülüğünden ancak ve ancak kendisi “sera gazi salımlarının iklim değişikliğine sebep olmadığına kanaat getirirse verirse yahut başka makul bir açıklamaya dayanarak feragat edebilir”. Bütçe kısıntılarının aranan makul gerekçeyi teşkil edebileceği ve böylece iklim değişikliği mücadelesinin en kilit yasal organının da devre dışı bırakılabileceği derginin tedirginlikle hatırlattıkları arasında yer alıyor.

Öte yandan ABD’de yönetim Trump’tan ve onun tutarsız ve güvenilmez iddialarından ibaret değil. Başkanın adamlarına baktığımızda Trump’ın kendisinden çok daha kararlı bir karanlık görüyoruz. Pek çokları Trump kabinesini iklim değişikliği inkarcılarının ve fosil yakıt ekonomisinin iktidarı olarak okuyor. Bunda da hiç haksız sayılmazlar. Kabine birçok yeminli iklim değişikliği inkarcısına ev sahipliği yapıyor. Bunlardan belki de en önemlisi EPA’nın başına getirilen (yani bir anlamda ABD Çevre Bakanı olan) Scott Pruitt. Ününü başına geçtiği EPA’yı en az 15 kez dava etmesi ile kazanan Avukat Pruitt, iklim değişikliğine inandığını ancak bunun karbon salımlarından kaynaklandığını kabul edemeyeceğini söylüyor. Pruitt, Oklohoma başsavcılık yaptığı 2010’lu yıllar boyunca EPA’nın altını oymaya çalışırken yalnız bir kovboy olmadığını, yazdığı kimi metinlerin yakın iş birliği içinde olduğu kömür ve petrol şirketleri tarafından ona paslandığının kanıtlandığını da belirtmek gerek. Petrol şirketleri demişken Dışişleri Bakanlığı koltuğuna atanan Rex Tillerson’dan da bahsetmek zorundayız. Tillerson bu makama küresel petrol devi Exxon/Mobil’in CEO pozisyonunu terk ederek geldi. İşin ilginç tarafı, siyaseten doğruculuğu iyi bilen Tillerson’ın Trump kabinesinde iklim değişikliğinin beşerî kökenini reddetmeyen az sayıdaki bakandan biri olması. Ancak hayatı boyunca petrol sektörünün zirvesinde olmuş bu ismin iklim ve çevre konusuna—özellikle uluslararası ilişkiler ve anlaşmalar bağlamında—nasıl yaklaşacağı merak konusu.

Gelelim Trump’ı başkan yapan kampanyaya ve çevrenin bu kampanyadaki rolüne… Trump’ın başkanlık kampanyası boyunca iklim değişikliğini inkâr etmek ve onu küçümsemek adına akla hayale sığmayacak çıkışlarda bulunduğunu biliyoruz. Örneğin “sıcaklıklar önce artar, sonra azalar, biz buna iklim diyoruz” özlü sözü Trump’a ait. Bu gündem maddesini sık sık istismar eden Trump’ın “iklim değişikliği Çinlilerin Amerikan imalat sanayisinin rekabetçiliğini baltalamak için uydurdukları bir aldatmacadır” ifadesimi sadece bir komplo teorisi örneği olarak okumamak lazım. Bu, aynı zamanda iklim inkarcılığının milliyetçilik ve yitirilmiş mavi yaka işler bağlamında beyaz alt/orta sınıf Amerikalıların nasıl harekete geçirildiğinin de en veciz örneğini teşkil ediyor. Çevre ve iklim Trump popülizmi çerçevesinde sadece göz ardı edilmiyor, işçi sınıfının refahını elinden alan bahaneler olarak, işçi sınıfı düşmanı olarak kodlanıyor. Gerçeğin bu denli tahrif edilerek, çevre mücadelesi ile ekmek mücadelesi arasında bir seçim olduğu izleniminin yaratılması elbette ilk kez olmuyor; ama belki de Trump sayesinde bu siyaset ilk kez bu kadar etkileyici ve inandırıcı bir şekilde yapılabiliyor. Trump dönemi boyunca çevre neyin olup neyin olamayacağı bir ölçüde Trump’ın ona başkanlığı kazandıran eski işçi sınıfıyla, özellikle de beyaz işçi sınıfı ile arasının nasıl olacağına bağlı.

Bu bağlamda Obama döneminde toplumsal baskı sonucu iptal edilen ve Trump’ın başkanlığı ile yeniden gündeme gelen Keystone XL ve Dakota Access botu hatları iklim ve çevre mücadelesinin sınıfsal eksenle ilişkisinin nasıl şekilleneceğine dair en önemli testler olarak karşımızda duruyor. Trump her iki boru hattını da daha koltuğundaki bir hafta dolmadan canlandırdı ve bunu da istihdam öldürücü yasakların kaldırılması süsüyle sundu. Öte yandan, Trump’ın iklim ve EPA karşıtı gündemi bilim insanlarını da mobilize ettiğini, akademiklerin ve çevre koruma uzmanlarının bilimin siyasete feda edilmemesi çizgisinde örgütlendiğini gözlemliyoruz. 22 Nisan 2017’de Dünya Günü başkent Washington DC’de bir Bilim Mitingi eşliğinde kutlanacak. Son birkaç yıldır çevre adaleti ve yerli hakları çizgisinde yükselen aktivizmin Trump döneminde nasıl bir şekil alacağını hep beraber takip edeceğiz.

Yazar Sinan Erensü