2000 yılında yenilenebilir enerji Almanya’da üretilen elektriğin sadece 6.3%’üne denk geliyordu. Geçen sene bu oran %31’e yükseldi. Bulutlu Almanya küresel olarak güneş enerjisi yenilikçiliğinde öncü konuma geldi. Bunu da büyük enerji firmalarını sübvanse etmek yerine yüzbinlerce küçük enerji kooperatifini teşvik ederek gerçekleştirdi. Bu demokratik enerji dönüşümünün iki ayağından biri Almanya’nın nükleer enerji tesislerini kapatma iradesi diğeri ise küçük ölçekli yenilenebilir enerji üreticilerinin ulusal şebekeye elektrik satmasına imkan tanıyan feed-in-tariff’lerdi (alım garantili yenilenebilir enerji teşvikleri). Bu her iki politikada esasında [Almanya’daki] çevre hareketinin zaferleriydi. Şimdilerde ise bu feed-in-tariff’ler yenilenebilir enerji rantını büyük şirketlere yedirmek isteyen sağcı Angela Merkel hükümeti tarafından saldırı altında.
Yenilenebilir enerji dönüşümünün nükleer-karşıtı ayağı sokak eylemliliğinden geliyor aslında. Bu hareket 1970’lerin başında bir nükleer tesise karşı yürütülen mücadeleden doğmuştur. Bahsi geçen tesisin inşaatı 1977’de durdurulduğunda Almanya’daki nükleer karşıtı hareket 10 ay boyunca inşaat sahasında 20-30.000 kişiyle bir işgal eylemi gerçekleştirmekteydi. Bu zafer tüm ülkedeki benzer eylemlilikleri ateşledi. Bu nükleer karşıtı hareket aynı zamanda nükleer enerji karşıtı hislerin toplanmasına da yardımcı oldu. Dünyanın dört bir yanındaki her diğer nükleer felaketle birlikte hareketin safları daha da sıklaştı. Özellikle 1986 Çernobil nükleer faciası Almanları nükleer serpintiye maruz bırakarak doğrudan etkiledi. 1989 itibariyle ülke çapındaki bu hareket somut olarak yeni nükleer tesis planlarını durdurmuştu bile. Eylemler nükleer atık depolama sahaları ve kullanılmış nükleer yakıtın transferi üzerine yoğunlaşarak devam etti.
Nükleer karşıtı hareket tarafından 1980’de kurulan Yeşiller Partisi 1998’de sosyal demokratlarla birlikte iktidara geldiğinde nükleer enerjiyi 2022 yılına kadar devreden çıkaracak bir kanun geçirdi. Her ne kadar 2005’te Bundestag’taki (Alman Meclisi) iktidarı Merkel’in nükleerci Hristiyan Demokrat Partisi’ne kaptırmış olsalar da nükleer karşıtı hareket nükleer enerjinin devre dışı bırakılması planlarının zayıflatılmasına karşı başarıyla mücadele etti. 2011 Fukushima nükleer felaketinin sonrasında, nükleer karşıtı hareket Merkel’in nükleer devre dışı bırakma kararının altını oyma planlarını devre dışı bırakacak bir seçim zaferine imza attı ve 2022 itibariyle bunun gerçekleşmesini garantiledi.
Başarının ikinci ayağı olan feed-in-tariff’ler ise aslında “Peki ya nükleer değilse ne?” sorusunun cevabıydı. Cevap yenilenebilir enerji hareketinden geldi. 1990 ve 2000 tarihli feed-in-tariff yasaları bu hareketin içerisinden, hareketin yenilenebilir enerjiyle deneyimlerinden doğmuştu. 1990 tarihli yasa, gittikçe yenilenebilir enerji hareketine dönüşmekte olan nükleer karşıtı hareket tarafından kurulan çeşitli bağımsız düşünce kuruluşlarının öne sürdüğü bir konuydu. Feed-in-tariff yasası yenilenebilir enerji üreticilerine ürettikleri fazla elektriği şebekeye piyasa koşullarının üstünde bir fiyatla satma imkanı vermekteydi. Bu anlamda büyük elektrik üreticilerinin nükleer ve kömür bazlı tesislerden ürettikleri elektriğin yerini yenilenebilir enerji ile alarak onlara doğrudan cephe almış oluyordu
Energiewende blog’undan Craig Morris’in dediği gibi “yenilik mevcut varlıkları olanlardan gelmiyordu” zira bu şirketler ve yapılar yenilikçi teknolojilere yatırım yaparak ellerindeki mevcut varlıkların (örn. Konvansiyonel kömür ve nükleer enerji tesisleri) altını oymak istemiyordu. Dolayısıyla değişim dışarıdan gelmeliydi. Esas kırılma noktası sosyal demokrat-yeşiller koalisyonundaki feed-in-tariff düzenlemesiyle geldi. Bir yandan yenilenebilir enerji teknolojisi yatırımlarına düşük faizli kredi sağlarken bu yeni yasal çerçeve 2000 yılında piyasa koşullarının üstünde 20 yıllık bir sabit feed-in fiyatı belirleyerek yenilenebilir enerji hareketinin elini güçlendirdi.
Erken dönem yenilenebilir enerji yatırımlarından edinilen deneyim şuydu: düzenli bir gelir akışı ile riskleri azaltarak talebi arttırın ve (bilhassa güneş olmak üzere) yenilenebilir enerjilerin fiyatını düşürürken daha büyük talepten de ölçek ekonomileri yaratmaya bakın. Yine de feed-in-tariff’leri Almanya’nın yenilenebilir enerji dönüşümünün sürükleyicileri olarak görmek bunları yaratan ve uygulamaya sokan sosyal hareketleri görmezden gelmek olacaktır. Bütün bu yatırımlar henüz kârlı olmadan önce bile yenilenebilir enerji hareketi bağımsız enstitüleri aracılığıyla siyasi ve teknik uzmanlık geliştiriyor ve yenilenebilir enerji projelerinin kitle fonlaması için enerji kooperatifleri kuruyordu.
Bu feed-in-tariff’lerin bu kadar başarılı olabilmesinin sebebi Enerji ve Güneşi Teşvik Derneği (FESA) gibi taban örgütlenmelerinin köylerde ve topluluklarda yenilenebilir enerji yatırımlarını desteklemesiydi. Yenilenebilir enerji hareketinin bu harikulade başarısı kömür ve nükleer tesislere dayalı mevcut büyük ölçekli üreticileri tehdit etmekte. Dolayısıyla Merkel hükümeti herkesin enerji üreticisi olmasına imkan tanıyan feed-in-tariff’lerden büyük ölçekli yenilenebilir yatırımlarına avantaj sağlayan kota-bazlı bir açık arttırma sistemine doğru dönüşümü destekliyor.
Bu durum büyük üreticilerin kendi konvansiyonel yatırımlarını korumak için uzun süredir uzak durdukları yenilenebilir enerji piyasasına girmesine imkan tanıyor. Kota-bazlı açık arttırma sistemiyle yenilenebilir enerji üretmek demek artık riskli ve pahalı bir teklif verme süreci anlamına gelecek. Yenilenebilir enerjiyi bu şirketlerin ellerinden alıp yeniden halka teslim etmek de Merkel hükümetiyle alenen bir kavga anlamına gelecek. Son olarak söylemeliyiz ki enerji demokrasisi, diğer tüm demokrasiler gibi, gücü elinde tutan çıkar gruplarına feda edilemez. Almanya’daki çevre hareketinin yaptığı ve yapmakta olduğu gibi onun için mücadele etmek ve onu kazanmak gerekir.
Bu makale ilk olarak 22 Ağustos 2016 tarihinde greenleft.org.au/content/germany-renewable-gains-won-peoples-power-face-corporate-threat adresinde yayınlanmıştır.