En önemli madde küresel sıcaklık ortalamasındaki artışın 2oC olabildiğince altında ve mümkünse 1,5oC dizginleme için mücadele edilecek olması… Bu madde, artık dünyanın bildiğimiz şekliyle dönemeyeceği ve karbonsuz bir geleceğe doğru adımlar atmamız gerektiği şeklinde yorumlanıyor. Anlaşma kapsamında 2020 yılından itibaren ne kadarlık bir iklim finansmanı sağlanacağına dair bir taban rakam da sunuluyor. İklim krizinde en fazla sorumluluğu bulunan gelişmiş ülkelerin iklim değişikliğinden en fazla zarar görecek ve en az kapasiteye sahip gelişmekte olan ülkelere yılda 100 milyar dolar finansman sağlama zorunluluğu olacak. Ancak anlaşmanın hukuken bir bağlayıcılığı teoride kısmen olsa da bir yaptırım ve tazmin mekanizması olmadığı için pratikte bağlayıcılığı yok demek daha doğru olur. Bu büyük bir dezavantaj. Zira COP21 sürecinde gerek devlet gerekse devlet dışı aktörler tarafından sunulan hedeflerin tamamının gerçekleştirilmesi durumunda bile ekstra adımlar atılmazsa sıcaklık ortalamasının 3oC dereceyi geçmesi bekleniyor. Yani sunulan hedeflerin revizyonu şart. Ancak Paris Anlaşması bu konuda da yoruma açık. 2025 yılında dek bir revizyon yapma zorunluluğu ufukta gözükmezken dünyadaki pek çok ülke ve canlı türü için hayati önem taşıyan 1,5oC hedefi nasıl adil bir biçimde gerçekleştirilebilir? Kentler bu noktada itici güç olabilir mi?
Dünya nüfusunun yarısından fazlasına ev sahipliği yapan ve küresel sera gazı salımlarının %70’inden fazlasının kaynağı olan kentler iklim değişikliği ile mücadele noktasında kesinlikle kritik öneme sahipler. C40’ın (Şehirler için İklim Liderlik Grubu) COP21 sürecinde açıkladığı raporda kentlerin 2030 yılına dek salımlarını azaltmak için büyük hedefler belirlediğini ortaya koyuluyor. Mega şehirlerde İklim Eylemleri 3.0 başlıklı çalışmaya göre 3 milyar ton azaltım öngörülmekte ve bu Hindistan’ın yıllık sera gazı salımlarına eşdeğer bir rakam. Benzer bir diğer raporda ise kentlerde alınacak kararlarınn küresel salımların çehresini ne denli değiştirebileceği üzerinde duruluyor. Önümüzdeki 15 yılda düşük karbon ekonomisine geçiş hakkında alınabilecek kararlarla beraber 45 milyar ton CO2 salımının engellenmesinin teoride mümkün olduğu belirtiliyor. Kentlerde sera gazı azaltımının yanı sıra iklim değişikliğine uyum sağlamak için adımlar atılması da öngörülmekte.
Ancak dikkat edilmesi gereken bir durum söz konusu: Paris Anlaşması yukarıda belirtildiği üzere hukuki açıdan bağlayıcı değil. “Bazı maddelerinin bağlayıcı nitelikleri olsa da anlaşmaya uymamanın bir yaptırımı yok. Bu nedenle hesap verilebilirlik en kritik konu olacak” diyor Yale Üniversitesi’nden Profesör Angel Hsu. Kentler sera gazı salımları hakkında iddialı hedefler açıklıyor ancak, Alman Küresel Değişim Danışma Komisyonu’nun (WBGU) yeni raporundaYale Üniversitesi’nin geçtiğimiz aylarda yaptığı kapsamlı araştırmasından ortaya çıkan sonuçlar başka bir gerçeği göz önüne seriyor. 2000’e yakın kentin iklim eylem planlarını inceleyen akademisyenler yalnızca 200’e yakın kentin planında somut azaltım hedeflerine yer verildiği ortaya koyulmuş.
Paris Anlaşması sonrasında dünyanın yapısal bir dönüşüme uğrayacağını düşünen kesimler mevcut. Anlaşmadaki sıcaklık artışını 2oC’nin çok altında ve mümkünse 1,5oC’de dizginleme hedefinin fosil yakıtlardan arınmak anlamına geleceği açık. Bu anlamda kentlerin “sıfır salım” ilkesi ile tasarlanacağı bir fırsat üzerine düşünmeliyiz.
Peki 2016 ve sonrasındaki dönemde ne beklemeliyiz? COP21’den çıkan Paris Anlaşması iklim değişikliği ile mücadele için gerekli altyapıyı sağladı/sağlamadı tartışmaları devam ederken kentler ve özellikle metropol kentler, Paris Anlaşması’nın merkezindeki araç olan Ulusal Katkı Niyet Beyanları’nın (INDC) sıcaklık denetimini kontrol edecek boyutlara gelmesi için kaldıraç konumda olacak. COP21’de bilim insanlarının vurguladığı üzere hâlihazırdaki hedefleri üst üste koysanız dahi büyük bir salım azaltım yetmezliği (veya açığı) mevcut ve kentlerin bu noktada potansiyeli bu yetmezliğe belirgin oranda çare olabilir. Ancak bu noktada bildiğimiz anlamdaki kalkınma kavramını sorgulamadan bu krize yanıt verilebilmesinin olanaklı olmadığını kabul ederek işe başlamamız gerekiyor. Kalkınmanın gerçekten yanıt vermesi gereken ihtiyaçlardan çok sermaye güdümünde kavramsallaştırıldığı bir dünya bakışı ile kentler açısından da ileriye gitmek mümkün olmayacak. Dolayısı ile hayatımıza yeni kavramları sokabilecek şekilde tartışmayı derinleştirmeliyiz.
Hangi sorular? Mesela enerji demokrasisi, mesela iklim adaleti, mesela halkın karar mekanizmalarına sembolik değil gerçek anlamda katılımı ve söz sahibi olması… Mimarlar, şehir bölge plancıları, yerel yönetimler, konut sektörü ve dahi ilgili tüm disiplinler/sektörler konuyu bu yeni cephelerden yeni ve daha radikal sorularla tartışmaya başlamalı. Kentlerde enerjiyi nasıl kullanıyoruz? Kim için ve neyin pahasına kullanıyoruz? Kararları kim, nasıl ve kimin adına veriyor? Toplumun en kırılgan ve zaten dezavantajlı kesimleri bu süreçlerde ne rol alıyor? Neden merkeziden ziyade daha yerel ve etkili bir kolektif yönetim kurgusu yapamıyoruz? Neden öz yönetim değil de yönetişim? Ayrıca, kentsel politika açısından doğrudan demokrasinin bir ifadesi olan özyönetim yerine katılımı esas alan bir bakışı sunan yönetişim kavramı Türkiye’de dünyanın geri kalanından da sembolik bir dâhil oluştan ibaretse neden bunu sorgulamayalım? Bu ve benzeri soruları mimarlık ve müteahhitlik perspektifinden sormak ve yanıtlarını aramak yapısal bir dönüşümün anahtarı olabilir.
Türkiye özelinde özellikle kentlerin enerjiyi verimli kullanabilmesi için devletin sürekli olarak propagandasını yaptığı kentsel dönüşüm, iyileştirme ve şantiyeleştirme perspektifinden değil de konut sektöründen ve alt yapıdan kaynaklı enerji kaybının ne olduğuna ve bunu nasıl iyileştirebileceğimize odaklanmalıyız. Yani yıkıp yeniden yapmak yerine iyileştirmeyi esas alan bir bakış açısına ihtiyacımız var. Yıkımın yarattığı enerji maliyeti göz önünde tutularak yeniden hesap kitap yapma zamanıdır. Paris Anlaşması ile beraber artık kentlerin iklim değişikliğindeki rolünün hakkını verebilmesi enerji, çevre, kalkınma üçgeninde bizleri ne kadar özgürleştireceği üzerinden ölçülecek. Mevcut sosyo-ekonomik düzenin bizi nereye getirdiği ortada… Artık adalet ve hak eksenli bakış açısından bakmalı ve kentleri bu açıdan kurgulamalıyız. Zira iklim krizinden büyük altyapı ve kentsel yenileme perspektifiyle değil ancak kentleri küçülterek ve yönetimi yerelleştirmeyi tesis ederek çıkabiliriz. Paris’te ve dünyanın pek çok yerinde “sokaktan gelen sesler” bunu müjdeliyor.