Suriye’de savaşın başladığı günlerden hemen sonra Ankara’nın sokakları Suriyeli çocuklarla dolup taştı. Bentderesi ve Karşıyaka Mezarlığı’nın sırtlarında Kürt yoksullarından boşalan evler, kentsel dönüşüme girmeden hemen önce Suriyeli yoksullara kiralandı. “Suriyeliler” kategorisi bir anda “çalışmayan, sokaklarda dilenen, hırsızlık yapan” insan kümesinin genel adı oluvermişti. Kentsel yoksulluğun en dibindekiler, aynı zamanda kentsel eşitsizliğin de yaratıcısı olarak kodlanmıştı. Yediğimiz ekmek, gezdiğimiz sokak, soluduğumuz hava ‘bize’ aitti ve genel kanı vergi dahi vermeyen bu insanlara ayrıcalık tanındığı, yaşamaları karşılığında da siyasal tercihlerinin satın alındığı yönündeydi. Bu nedenle de fırından iki pide çalan, semt meydanında ekmek dilenen çocuklar yerden yere vurularak dövülürken ‘duyar kasanlar’ gerçekleri göremiyordu. Suriye’de savaştan göçertilenlerin ödediği bedelle bağ kurma niyeti pek çok kimsede yoktu.
Enflasyon düşüktü, alım gücü iyiydi ama ülke pek de bir şey üretmiyordu. Güneyimizdeki savaş bir “fırsattı” iyi koşullarda yaşamamız için. Peki ama nasıl? Savaşa katar çekenler, Konya’dan, Ankara’dan, Kayseri’den göç sevkiyatlarına ortak olanlar kimdi?
Sadece hükümetlerimiz mi? Sadece onlar mı görmedi bu yaranın giderek büyüdüğünü? Nasıl oluyordu da iki komşudan birisi hızla yoksullaşırken, üretemez kılınırken, tüm tarihi ve doğası çalınırken bir diğerinde insanlar bu yoksullaşmanın göreli olanaklarından yararlanarak yaşamlarını idame ettirebiliyorlardı? Suriye’den milyonların göçünden büyük silah tacirleri, petrol şirketleri karlı çıkmıştı da bu yoksullaşan halkın üzerinden geçim ekonomisi inşa edenler ne yapmıştı?
Tabi bir de göç sonrasının hikayesi vardı. Mersin’de, Antep’te, Adana’da insanın yaşamayacağı yerleri kimler kimlere kiraya vermişti? Ötekilerin de ötekisini üreten büyük kentlerde, işte çalışmayan, ekmek elden su gölden yaşayan işte bunlardı: Üzerine basarak rahat ettiğimiz hayatlar…
Avrupa Birliği ile Türkiye arasında yapılan anlaşma sonucunda Avrupa ülkelerine geçen 500.000’den fazla insanın iade süreci başladı. Yaklaşık dört yıldır süren bir hazırlığın sonucunda Midilli Adası’ndan Dikili’ye ilk gemi yanaşırken Ege huzursuzdu. “Ayağa Dikildik” sloganıyla mitingler düzenleniyor, gelen kafileleri kimse istemiyordu. Misafirperverlik özgeçmişe kazınmış bir anıydı şimdilik. Daha birkaç gün önce Maraş’ta Alevi yerleşim yerlerine sınır olacak biçimde “mülteci kampları” organize edileceği duyumları basına yansımıştı. Bu haberlere göre, mülteci kamplarında radikal İslamcı Sünni-Selefi gruplar örgütlenecekti. Böylece uzun vadede de bu bölgelerden Alevilerin göç ettirilmesi planlandığı söyleniyordu. Boşaltılan Cizre, Silopi gibi şehirlere de mülteciler yerleştirileceği ve Kürtler arasında bir tampon kurulmasının planlandığı basına yansıyordu. Bir diğer dikkat çekici vurgu da Batı illerine yerleştirilen bu kişilerin “egemenlere” oy vereceği kabul edilerek siyasal desenin de demografik yolla değişeceğinin altı çiziliyordu. Hem Aleviler, hem Kürtler hem de kıyı insanları için bir “tehdit” ve “güvenlik” denklemi üretilmişti. Mülteciler hakkında özcü bakış açısı hakimdi. Bu kişilerin belli bir siyasal aidiyetle hareket etmeyebilecekleri, bu insanların toplumsal dönüşümlerinin nasıl biçimleneceğinin daha önemli olduğuna yönelik haklı uyarılara omuz silkmek en kolayıydı.
Önceleri beleşten karınlarını doyurdukları iddiasıyla, sonradan da potansiyel teröre “meyilli” oldukları için dışlanan mültecileri hem toplumun geneline yabancılaştıran hem de onlara en çok ihtiyaç duyan da yine verili iktisadi düzenin temsilcileri oldu. Mültecilerin geleceği günlerde istihdam büroları yoluyla emeğin değersizleştirilmesinin kapısını açan yasal düzenlemeler bir anda yeniden gündeme geldi. Türkiye önümüzdeki günlerde ağır ve kirli sanayi alanlarında ucuz hammadde ve bedavadan biraz pahalı iş gücüyle yeni bir kalkınma sürecine girecek. Bu kalkınma sürecinin özünü ise fosil yakıtların ve doğa varlıklarının bir kez daha acımasız bir biçimde yağmalanması oluşturuyor. Enerji ve madende yenilikçi hiçbir adım atamayan ve uluslararası sisteme göbekten bağlanan politikalar mültecileri bu ülke için vazgeçilmez bir özne haline getiriyor. Kömür Yasası hazırlıkları, fosil yakıtlara teşvik sistemi, rödovans anlaşmalarının desteklenmesi bu gelişmelerle birlikte düşünülmelidir. Güvence sistemlerinden tamamen kopartılmış ve biyolojik bir beden olarak görülen on binlerce mülteci bu endüstriyel tarım, ağır sanayi, maden ocakları ve kömür havzalarında 21. yüzyıl işçileştirilmesine layık bir biçimde yeniden işlevleniyor.
Maraş bölgesine yerleştirilen iş gücünün muhtemeldir ki bir kömür havzası olarak kurgulanan Elbistan’ın yedek iş gücü ordusu olarak depolanıyor. Afşin-Elbistan havzası tabi ki yan gelip yatma yeri olmayacaktır. Ülkeye getirilen pek çok erkek mültecinin bu açık cezaevinden hallice kamplarda sabahtan akşama kadar “boncuk” dizmesini kimse beklemiyordu. Bu nedenle de mültecilerin yerleştirilmesi için seçilen yerlere bir de bu enerji ve maden ilişkisi bağlamında bakmak gerekir. Bu seçimlerde, “Neden Yozgat, neden Erzurum değil?” sorusunun yanıtını yer altı faaliyetlerinin yoğunluğuna bakarak da düşünmek mümkün. Bir de tabi düşünsenize: sosyal açıdan daha uyumlu kıyı insanları, Kürt ve Alevi nüfusu dışında sosyal ve kültürel gelenek açısından dışa tamamen kapalı bölgelere bu insanların yerleştirildiğini! Bu sosyal krizlerin maliyeti ile olası bir Alevi-Sünni çatışmasının maliyeti arasında bir tercih de yapılmış olabilirler. Güvenlik rejimi kesinlikle bu iktisadi akıldan ve sermaye birikiminin olmazsa olmazı koşullardan bağımsız değildir. Artık değer üretimi ve bu üretime el koyarak varlığını devam ettiren kapitalist üretim biçimi içinde, daha ucuza emeğin üretimi sistemin devamı için bir sorunluluktur. Bu var olma biçimini es geçerek, etnik gerilimler ve demografik dönüşümler yoluyla siyasal hayatın altüst edileceğini ileri sürmek mümkün görünmemektedir.
Şimdi bu nedenle mülteci akınına dünden daha fazla üzülenler varsa, küresel sistem içinde bu mültecilerin insansızlaştırılmış bölgelerde iş gücü ordusu olarak çalışacağını müjdeleyelim. Ancak bu dönüşüm yoluyla, sermayenin mülksüzleştirerek siyasal alanı temellük ettiğinin de görünmez kılındığını hatırlatalım. Tam da bu nedenle, kültürel ve etno-ulusal her türlü analiz eninde sonunda bu sınıfsal dönüşüme göre konum almak, emek ve doğanın korunması ekseninde mültecilik olgusuna yaklaşmak zorunda kalacaktır. Kimin nereye tampon kılındığı değil; emekçilerin iş gücü ordusu olarak var oluşunun nasıl olup da bu güvenlik rejiminin kaldıracı haline dönüştüğü sorusuna odaklanmak gerekir. Bu da kaçınılmaz olarak fosil yakıt sonrası bir uygarlık dönüşümün yıkıcılığına odaklanmayı gerekecektir.