İklim değişikliği durdurulmalı. Peki onu durduracak olan kim? Bir başka deyişle, antikapitalist bir iklim devriminin politik öznesi kim olabilir? Ben şahsen bu toplumsal aktörün küresel işçi sınıfı olabileceğine ve olması gerektiğine ikna olmuş durumdayım. Yine de bu rolünün hakkını verebilmesi için işçi sınıfının özgürlükçü bir ekolojik sınıf bilinci geliştirmesi gerekiyor.
Neyse ki tarih bu tarz kızıl-yeşil sentez örnekleriyle dolu: Emek çevreciliği, sendikal hareket kadar eskiye dayanıyor. Emek çevreciliği, varlığının büyük bir kısmında, çalışan kesimin yaşadığı çevreyi ve işyerlerini odağa alarak iş sağlığını ve güvenliğini kamusal ve çevresel sağlığın korunmasıyla ilişkilendirdi. 1990’lı yıllarda emek çevreciliği “sürdürülebilir kalkınma” ve “yeşil ekonomi” gibi kavramları benimsemeye başladı. Daha yakın zamanda iklim krizi şiddetlendikçe ise “adil geçiş” (just transition) kavramı gündeme yerleşti. Adil geçiş kavramı, düşük-karbon ekonomisine geçişin yükünün (ister karbon-yoğun sektörlerdeki iş kaybı olsun, ister yerel toplulukların dengelerinin bozulması olsun) işçilerin sırtına yüklenmemesi gerektiğini temel alır. Bunun için mavi-yaka sendikaları (özellikle de ağır sanayi, ulaşım ve enerji sektörlerinde) dünyanın birçok yerinde çevreci gruplarla mavi-yeşil ittifaklar kurageldiler. Bu yakınlaşmalar, iklim değişikliğiyle mücadelenin gerekliliği konusunda bir ortaklaşmaya işaret ediyor ve sendikaların aktif rol almasınıyla konunun sürdürülebilirliğini de bu hedefe ulaşmak için bir yol olarak öne sürüyor.
Yine de, bu görüş birliği içerisinde de çeşitli çatlaklar var. Özellikle de konu adil geçiş olduğunda kimi gruplar basitçe yeşillenmiş bir ekonomide istihdam yaratılmasını istiyorlar. Diğerleri ise piyasa çözümlerine bağlı kalmayı reddediyor ve daha radikal bir kapitalizm eleştirisi benimsiyorlar. Bu bölünmenin nasıl sonuçlanacağı, emeğin istemeden de olsa sermayeye destek mi çıkacağı yoksa sermaye ve iklim değişikliğini karşısına mı alacağını belirleyecek.
Adil geçişin en baskın damarı olan varolan kapitalizm içinde daha yeşil bir ekonomi talebiyle tatmin olan anlayış, en temel haliyle Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (International Trade Unions Confederation – ITUC) tarafından temsil ediliyor. 2006’da ulus-aşırı sendikaların birleşmesiyle kurulan ITUC, aynı yıl iklim değişikliği politikalarıyla ilgili ilk uluslararası emek programını duyurmuştu. Kısa bir süre sonra, sendikaların küresel ısınmayla ilgili resmi pozisyonlarını formüle etmek üzere özel ofisler açıldı ki bu pozisyonlar da hızla adil geçiş kavramına kucak açtılar. ITUC gibi gruplar için adil geçiş kavramı düşük-emisyonlu ve emek-yoğun teknoloji ve sektörlere yatırım yapılması anlamına gelirken bir yandan da kirletici sektörlerden gelen yeni işsiz emekçiler için eğitim programları ve gelir destekleri sağlanmasına işaret ediyor.
Bu tip yaklaşımlar adil geçişi “çelişkisiz bir kazan-kazan senaryosu” olarak algılıyor: Daha sürdürülebilir bir kapitalizmin, “sosyal partnerler ve paydaşlarla” yapılacak “diyalog ve demokratik danışma” süreçleri ile “yerel analizler ve ekonomik çeşitlendirme planları yardımıyla yerel hükümetlerin düşük karbonlu bir ekonomiye geçişi ve yeşil büyüme sağlanması” ile mümkün olacağını düşünüyorlar. Bu yaklaşıma göre bahsi geçen paydaşların sadece danışılan ortaklardan çok daha büyük bir rol oynaması düşünülüyor: Hükümetler ekonomiyi canlandırma politikaları geliştirecek; şirketler sosyal sorumluluk politikaları uygulayacak; akademisyenler ve politik liderler “ekolojik modernizasyon” yasalarını savunacaklar; uluslararası kurumlar da direktifler, raporlar ve öneriler yayınlayacak.
Birleşmiş Milletler’e bağlı Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) bu adil geçiş yaklaşımını en aktif olarak savunan kuruluşlardan birisi. Mutabakata dayalı bir model önererek şirketleri, devletleri ve sendikaları müzakere masasına davet eden ILO, sendikaların sorumluluğunu, [iklim politikalarının] istihdama etkisini gözeterek seragazı azaltım hedefleri önermekten ibaret olarak tanımlıyor. Bu anlamda ILO ve ITUC adil geçişin ekonomik faydalarını vurgulamayı de önemsiyorlar. İngiliz hükümetinin isteği üzerine 2006’da yayınlanan ve iklim değişikliğiyle mücadelenin ekonomik maliyetinin eylemsizliğin maliyetinden çok daha düşük olduğunu savunan Stern Raporu’nu hatırlatan ITUC, seragazı azaltımının aslında istihdama yardımcı olacağını belirtiyor. Yaklaşımlarının temelinde, hükümet müdahalesinin maliyeti dengeleyebileceği ve faydaları da toplumsal taraflar arasında paylaştırabileceği yatıyor.
Örneğin, dikkatli planlandığında seragazı salımlarının azaltımı ve iklim değişikliğine uyum altyapıları insanları işsiz bırakan değil, aksine istihdam üreten alanlar olabilir. Hatta ITUC bölgeleri ve halkları gelecekteki iklimsel olaylardan koruma amaçlı yatırımları da potansiyel bir ekonomik büyüme kaynağı olarak görüyor. Ancak, bu uyum ve paylaşılan faydalar vizyonu, devasa altyapı projelerinin yerel halklar ve ekosistemler üzerindeki etkisini görmezden geliyor. Dolayısıyla ILO/ITUC önerisinin kamuoyu görüşüne sunulması, sosyal diyalog, iyi yönetim ve güçlendirilmiş iletişime vurgusu, ancak ve ancak çelişki ve çatlakların üstünü örtüyor.
Her şeyden önce ILO/ITUC planı uluslararası ticaret anlaşmalarının hükümetlere, sosyal politikalardan geri adım atmaları, yerel ekonomileri (doğrudan yok etmeleri değilse bile eğer) göz ardı etmeleri konusunda baskı yaptığını teslim etmiyor. Gittikçe daha ucuz emek maliyetine ve zayıflatılmış sendikalara dayalı rekabetçi modeller benimsemeleri konusunda baskı yapıldığı da gözden kaçıyor. Hal böyleyken (ITUC üst düzey yöneticilerinin de kabul ettiği gibi) ILO, ITUC ve diğer BM kurumlarının desteklediği “iklim eylemi yahut emek politikaları” kısır döngüsünün iklim müzakerelerinde hiçbir iz bırakmamış olmasına da şaşırmamak lazım.
Örneğin fosil yakıtların yenilenebilir enerjiyle değiştirilmesi yoluyla iklim üzerindeki etkiyi azaltarak istihdam yaratma potansiyeli net olarak belirlenmiş değil. Böyle projelerdeki yatırım değişken olacağından, eşitsiz gelişmeyi ve adaletsizlikleri şiddetlendirmesi daha olası (ki önerilen planda buna da pek az değiniliyor). Aksine, ILO ve ITUC yeni istihdam açısından iklim eyleminin çok verimli olacağı kanısındalar: 2030 yılına kadar güneş enerjisinde 6 milyon, rüzgar enerjisinde 2 milyon, biyo-yakıt alakalı tarım ve endüstride 12 milyon. Bu kehanetin sakladığı gerçek ise biyo-yakıtlar ve HES’ler gibi büyük-ölçekli ve sermaye-yoğun “temiz enerji” kaynaklarının muğlak ve kimi zaman tamamen zararlı toplumsal etkilerinin çoktan biliniyor olduğu.
Yeşil etiketleme de benzer şekilde şüpheli bir yaklaşım. Bu yutturmacayla birçok eski üretim biçimi (örn. ihracata dayalı tarımsal ekonomi) birdenbire “sürdürülebilir” diye yeniden paketleniyor ve yeşil ekonomi defterini kabartmakta kullanılıyor. Örnek olarak Brezilya’da büyük kısmı şeker kamışından yapılan biyo-yakıt üretiminin ülkenin yeşil istihdamının %50’sinden fazlasını oluşturduğu söylenebilir. Fakat şeker kamışı ekim alanlarındaki çalışma koşulları uluslararası standartların oldukça altında: insan hakları, çalışan hakları ve yerli halkların haklarını çiğnemek alışkanlık olmuş durumda. Planlı makineleşme binlerce işçiyi işsiz bırakacak ve ne bir tazminat ne de bir alternatif iş imkanı sağlanmadan onları sektör dışına atacak. Şeker kamışı monokültürü bir yandan çevreyi ve kamu sağlığını tehdit ederken bir yandan da yerel gıda üretimini yok ederek yerel halkı da ateşe atmakta. Bunlara rağmen Brezilyalı biyo-yakıt endüstrisi ‘yeşil enerji üreticisi’ sıfatıyla hem hükümetin, hem sendikaların, hem de ILO’nun desteğini arkasına alabiliyor.
Problemin büyük bir kısmı, ITUC ve ILO’nun bu tip politikaları değerlendirirken ve çözüm önerileri sunarken çevre iktisadındaki piyasa temelli ve ana akım bilimsel araştırmaları daha radikal ve politize araştırmalara tercih etmeleri. Çevre adaleti hareketlerinin ürettiği tabandan gelen bilgiler ve ekososyalist yaklaşımlar adil geçiş söyleminde tamamen göz ardı edilmekte. Bunun sonucunda da ILO/ITUC açıklamalarının hiçbiri ekolojik ve ekonomik krizler ile küresel sosyo-ekonomik sistem arasındaki bağlantıyı kuramıyor. Aksine, bu konu şayet tartışılırsa ekonomi daima içten reforma açık olarak bir sistem olarak sunuluyor. “Peki bu nasıl olacak?” sorusunun cevabı ise farklı ulusal girişimleri her ülkenin kalkınma seviyesine göre koordine etmek şeklinde oluyor.
Bunlara ek olarak yeşil büyümeye koşulsuz bir inanç taşıyan ITUC böyle bir büyümenin hali hazırda gerçekleşmekte olduğunun farkında da değilmiş gibi görünüyor; üstelik ekonomik krize rağmen değil, tam da ekonomik kriz sayesinde. Sermaye yeşil büyümeyi aynen 2. Dünya Savaşı ve sonrasındaki yeniden inşa sürecinin sermayeyi 1930’lardaki Büyük Buhran’dan çıkardığı gibi özel şirketlere can verecek yeni bir birikim fırsatı olarak kucaklıyor. Tabii ki sermaye çevreleri kapitalist ekonominin bu “sözde yeşillenmesinin” düzgün çalışma koşulları ve güvenceli istihdam imkanları sunup sunamayacağıyla daha az ilgileniyorlar. Aksine, işverenler muhtemelen bu yeniden yapılanma sürecini fırsata çevirip Brezilya biyo-yakıt endüstrisinde açıkça gördüğümüz gibi elde kalan işçi haklarını de ortadan kaldırmaya bakacaklar.
Adil geçiş söyleminin artan baskınlığı illa ki kötü anlama gelmiyor. En azından bu tarz bir söylem emek odaklı iklim politikaları için yeni imkanlar yarattı – ki bunların bazıları da oldukça radikal örnekler. En ilginç örneklerden birisi Bir Milyon İklim İstihdamı (One Million Climate Jobs) kampanyası. İlk olarak İngiltere’de yeşil büyümeyi gündemine alan bir sendikal koalisyon tarafından başlatılan kampanya, 2011’de Güney Afrika’da geniş bir emek/çevre/toplumsal hareketler koalisyonu tarafından benimsendi. Kampanya temelinde istihdam yaratmak üzere tasarlanmış Keynesçi bir yatırım planını savunuyordu. Bahsi geçen “iklim işleri” ise alışılageldik “yeşil istihdam” projelerinden, karbondioksit, metan ve diğer sera gazı salımlarını sert bir biçimde azaltmayı hedeflemeleriyle ayrılmaktaydı.
İngiltere’deki adıyla “iklim işleri” her yıl 500 megatondan fazla CO2 salan elektrik, inşaat ve ulaşım sektörlerinde yoğunlaştı. Ancak bu odak seçimi aynı zamanda inisiyatifin potansiyelini de sınırladı. Vizyonunu klasik olarak mavi yakalı işçilerin çalıştığı alanlara sınırlayan kampanya diğer bazı önemli sektörleri (örneğin gıda ve hizmet sektörlerini ve geçim faaliyetlerini) gözden kaçırdı. Bu yüzden, bir ekonomideki toplumsal ve ekonomik refahın temel taşlarını ve böylece de ekonominin baştan tasarlanması açısından önemli bir başlangıç noktasını kaçırmış oldu. Ancak aynı kampanya Güney Afrika’da benimsendiğinde çok daha radikal bir form aldı ve kampanyanın daha eleştirel ve dönüştürücü yaklaşımları mobilize etme potansiyelini öne çıkardı. Güney Afrika’da iki küresel krizin (yükselen sosyo-ekonomik eşitsizlik ve iklim değişikliği) birleşik etkisi ise ekonominin karbonsuzlaştırılması ile enerji yoksulluğu da dahil olmak üzere yoksulluğun azaltılması hakkındaki resmi taahhütler arasında müthiş bir gerilim yarattı.
Sosyolog Jacqueline Cock‘un belirttiği gibi bu gerilim sendikal hareketi adil geçişin çapasını “derin ve kapsamlı bir değişim anlamına gelmek üzere farklı üretim ve tüketim biçimlerini talep” etmeye atmıştı. Cock’a göre böyle bir değişim “iklim değişikliğine, işsizliğe ve eşitsizliğe bütünlüklü bir yaklaşım ve bunun yanı sıra bu sorunların çözümünde piyasa mekanizmalarının reddedilmesini” gerektiriyor. Yeşil ekonominin kimi formülasyonlarının aksine bu modelde, sosyal adalet ve iklim değişikliği arasındaki ilişki tanınıyor. Dolayısıyla radikal bir yapısal dönüşüm ihtiyacı vurgulanıyor. Adil geçişin bu antikapitalist yorumu, karbonsuz bir ekonominin de, şayet sürdürülebilir büyüme ve finansallaşmanın muhafazakar yorumlarından türetildiyse, mevcut iktidar ve eşitsizlik ilişkilerini baştan üretebileceğine işaret ediyor. Güney Afrikalı sendikacılar esasında bu eleştirel duruşlarını 2011 Yeşil Ekonomi Anlaşması’nı imzaladıktan sonra geliştirdiler. Bu anlaşma, temelde hükümeti, iş dünyasını ve emek örgütlerini yeni yeşil bir sanayi temelinde binlerce iş imkanı yaratmak üzere birleştirecek bir “sosyal diyalog” süreci öneriyordu. Aksine, imzalanan anlaşmanın hata ve eksikleri (kanıtlara dayanmayan abartılı iddialar, sürekli düşük çalışma şartları, düşük maaşlar ve iş kayıpları vb.) “yeşil istihdamın … toplumsal ihtiyaçlar değil piyasanın çıkarları tarafından yönlendirildiği”ni vurgulamaya yaradı.
Güney Afrika Sendikaları Kongresi (Congress of South African Trade Unions – COSATU) bu anlaşmanın imzalanması üzerine öncelikle bir “İklim Değişikliği Politikaları Çerçevesi” benimsedi. Bu belge, başka pek çok noktanın yanısıra, kapitalizmi küresel ısınmanın temel sebebi olarak tanımlıyor ve karbon emisyonlarını azaltma konusunda piyasa mekanizmalarını reddediyordu. Benzer şekilde, Güney Afrika Ulusal Metal İşçileri Sendikası (National Union of Metalworkers of South Africa – NUMSA) yeşil istihdam ve daha sürdürülebilir bir kapitalizmin yerine adil geçişin farklı bir vizyonunu masaya koydu. Bu vizyon, “kilit üretim araçlarının ve geçim araçlarının işçilerin kontrolünde ve demokratik toplumsal mülkiyetinde” olmasına dayanıyordu. Gıda İşçileri Sendikası (The Food and Allied Workers Union) da “yeşil ekonomiye adil geçişin sınıfsal bir bakış açısıyla değerlendirilmesi”ne ve “başta agro-ekoloji olmak üzere, endüstriyel tarıma karşı radikal alternatiflere” desteğini belirtti. Aynı yıl, COSATU ve Ulusal Sendikalar Konseyi (National Council of Trade Unions – NACTU) STK’larla ve çeşitli toplumsal hareketlerle bir araya gelerek Güney Afrika’da Bir Milyon İklim İstihdamı kampanyasını başlattı.
Cock “sermayenin iklim krizini bir birikim fırsatına dönüştürme girişimlerini dışarıda bırakmak” amacıyla Güney Afrika’daki bu kampanyanın çevre ve iklim adaleti örgütlerinden etkilendiğini ve “politika önerilerinin gerçekçiliğini göstermek için [onların] geleceği bugüne yansıtan bir dizi projesini” öne çıkardığından bahsetmektedir. Güney Afrika vizyonunda yenilenebilir enerjiye geçiş, enerjinin kamusal mülkiyette ve yerinden enerji üretimine geçişin bir parçası olarak görülüyor. Bu tip bir gelişme bölge halkının kontrolünde herkese erişilebilir enerji sağlayacaktır. Gıda üretimi ve dağıtımı konusunda da benzer bir yaklaşım göstererek dünyayı gıda güvencesizliğinden kurtarmak için şirket tarımı yerine agro-ekolojiyi savunuyorlar.
Güney Afrika Bir Milyon İklim İstihdamı kampanyasının tipik adil geçiş stratejilerinden belki de en belirgin ayrım noktası, sosyal hizmeti istihdam açısından en alakalı sektör olarak görmesiydi. Ev işleri, sağlık, toprak restorasyonu ve kentsel tarım sektörlerinde 1.3 milyona yakın istihdam yaratılabileceği belirtiliyordu. Bu ilerici noktalara rağmen Güney Afrika’daki kampanyanın zayıf noktaları da var elbette. COSATU’nun neoliberal Afrika Ulusal Kongre partisi ile yakın bağları örgüt içinde onarılması göç bölünmelere yol açabilirdi. Fakat bunun da faydalı bir sonucu oldu. Güney Afrikalı araştırmacı Vishwas Satgar‘a göre NUMSA daha belirgin sosyalist platform benimseyerek yenilenebilir enerjinin ortak mülkiyetini savunmaya başladı ve çevre adaleti örgütleriyle işbirliği yapmaya başladı. Bu çaba yeni bir sol projenin demokratik ve ekososyalist bir vizyonla başlangıcı olabilir.
Bu gelişmelere rağmen kimi diğer güçlükler sürüyor. Günay Afrika’daki bu kampanya, temiz enerjiye şirket odaklı bir yaklaşım geliştiregelen devletten (ki bu yaklaşım sadece yoksulluğu ve eşitsizliği baştan üretmeye yaradı) kendini ayrıştırmaya çabalıyor. NUMSA buna belediyeler düzeyinde vites arttırarak yanıt veriyor. Böylelikle mücadele içerisinde, yerel yönetimlerin elektrik dağıtımı üzerindeki yetkilerini kullanarak yenilenebilir enerjiye geçişin öne çıkarılması mümkün kılınıyor. Diğer yandan kampanya küçük ölçekli, yerel kalkınmaya dayalı yaklaşımlara hapsolup enerji politikalarını ulusal düzeyde etkilemekten uzaklaşma riskini de taşıyor. Satgar’ın da altını çizdiği gibi kampanyanın müdahale ettiği noktaların birçoğu “tek bir konuya odaklı ve bu tekil kampanya gündemini öne çıkardıktan sonra sönümleniyor”. Satgar’a göre bu kapandan çıkmak için NUMSA daha geniş bir toplumsal koalisyon strateijisi geliştirerek yerel yenilenebilir enerji mücadelelerini daha büyük, sınıf temelli ekolojik projelerle birleştirmeli.
Şimdiye kadar en umut veren gelişmeler, hükümetin nükleer enerji planına karşı kurulan geniş ittifak yoluyla emekli sandığındaki fonların kamusal mülkiyette yenilenebilir enerjiye yatırılması yoluyla işçilerin çıkarlarıyla kömür ve petrol endüstrisinin çıkarlarını ayrıştırmakta yaşandı. Bir Milyon İklim İstihdamı kampanyası böylece örgütlü emek hareketi için ekonomik ve ekolojik krizle öne çıkan fırsatların da risklerin de bir özeti haline gelmiş durumda. Öyle görünüyor ki Güney Afrika’da bir kızıl-yeşil koalisyon ve bir ekososyalist alternatif (yani iklim değişikliği çağında gerçekten radikal bir emek siyaseti) adil geçişe ortodoks yaklaşımlara karşı gerçek bir seçenek sunuyor.
Sendikalar ve işçiler, bir zamanlar Fordist düşlerin vaat ettiği, yeşil büyüme ve adil geçişle ekonomik büyüme ve güvenlik arzulayan emek çevreciliğinin uzun tarihine yeni bir yön çiziyorlar. Ancak bu düşlere kapılmak, birçok ülkede gücünü ciddi ölçüde yitirmiş emek örgütlerini eksiklerden ve zincirlerinden kurtarmayacak. Eğer sendikalar sermayenin küresel ekonomiyi bu yeşil yeniden yapılandırmasını desteklemeye devam ederlerse kendilerini köylü ve yerli halkların, topraksız kır işçilerinin, ücretsiz emekçilerin, geçimlik çiftçilerin ve nihai olarak mülksüzleştirme ve baskı altına alma döngülerini besleyen “yeşil” kapitalizmin bedelini ödeyen herkesin karşısında bulacaklar. Alternatifimiz ise her ne kadar daha zorlu olsa da çok daha umut verici: özgürlükçü, ekolojik bir sınıf bilinciyle güçlenmiş bir ekososyalizm. Bu sınıf mücadelesinin daha üst bir seviyede küresel politik ekoloji seviyesine taşınmasını gerektirecektir. Sürdürülebilir bir dünyayı ise ancak sermayenin değil emeğin önderliği mümkün kılabilir.
Bu makalenin orijinali 18 Mart 2016 tarihinde Jacobin Dergisinde yayınlanmıştır. Dr. Stefania Barca, Coimbra Üniversitesi’nde (Portekiz) kıdemli araştırmacı ve çevre tarihçisidir.