E.T: Bana kalırsa Paris’teki COP21 iklim zirvesinin temel farkı, 20 yıldır devam eden müzakerelerde daha bağlayıcı görülen sistemi net olarak tersine çevirerek, yukarıdan aşağıya kontrol edici bir uluslararası mimari yerine gönüllü katkılar sunulmasından (INDC) – ve bu katkıların düzenli aralıklarla değerlendirilmesinden – oluşan aşağıdan yukarı, bağlayıcılığı olmayan ve yaptırım gücü çok kısıtlı bir anlaşma mimarisine kayış oldu. Bu anlamıyla Paris Anlaşması’nın günün sonunda bir kolektif eylem sorunu olan iklim değişikliğini çözmekte neoliberal çerçeveyi içselleştirerek çözümleri bireylerde (ve bu spesifik durumda teker teker ülkelerde) araması zamanın ruhunu da yansıtıyor.
M.I: Paris Anlaşması’nın getirdiği değişimi ikiye ayırabiliriz. Birincisi kağıt üzerinde olan değişim. Neredeyse 200 ülkenin kendi aralarında herhangi bir konuda anlaşması ve bunu imzaya dökmesi hatırı sayılır bir diplomatik başarı. Kaldı ki 2 derece hedefinin üst sınır, 1.5 derece hedefinin ise “gayret gösterilmesi gereken hedef” olarak metne girmiş olması yine önemli başarılar. Ancak, sorun şurada ortada çıkıyor: Metinde bu hedeflere nasıl ulaşılacağıyla ilgili detay yok. Küresel ısınmayı 2 dereceye sınırlamak için dünyada bilinen fosil yakıt rezervlerinin en az %80’inin yer altında bırakılması, kullanılmaması gerekiyor. 1.5 derece hedefi için ise kısa süre içinde fosil yakıtlardan neredeyse tümüyle vazgeçmeliyiz. Bu gerçeğin anlaşma metninde yer almaması, karbonu önce yakıp sonra atmosferden çekmek gibi fantastik teknofiks projelerle zaman kaybedilmesinin önünü açıyor. Bunun yanında, ülkelerin mevcut emisyon azaltım “niyetlerine” bakıldığında, bunlara harfiyen uyulduğunda dahi, en az 3 derecelik bir ısınmaya doğru gidiliyor. Evet anlaşma diplomatik bir başarı ama fizik kuralları diplomatik müzakerelerde taviz vermez. İşin bir de olumlu yanı var o da şu: Gelişmiş ya da gelişmekte tüm ülkelerin “1.5 derece temennili” 2 derece hedefinde anlaşmış olması bu anlaşmayı da getiren siyasi iradeyi oluşturan taban hareketlerine ve sivil topluma artık daha geniş bir alan tanıyacak. Bu da Paris Anlaşması’nın getirdiği ahlaki değişim olarak görülebilir belki. 1.5 derece hedefinin kabul edildiği bir dünyada kömür başta olmak üzere yeni fosil yakıt tesislerine karşı yürütülen her mücadelenin meşruiyeti artık sorgulanamaz. Bunun en net göstergesi, Paris’in hemen ertesinde Avrupa’daki tüm kömür işletmelerinin çatı lobi örgütü konumundaki EUROCOAL’un kendi üyelerine ve basına yolladığı mektup oldu. Mektupta, “Anlaşma size zayıf gözükebilir ama bu sizi rehavete düşürmesin, artık bizden köle tacirlerinden nefret edildiği gibi nefret edilecek” deniliyordu.
2. ABD’nin “Hukuken bağlayıcı ve yaptırımları olacak bir anlaşmayı asla onaylatamam” tavrının süreci tıkadığı konuşuldu. Hangi ülkeler süreci tıkadı, hangileri olumlu etkiledi?
E.G: Fosil yakıta dayalı (yalnızca enerji için değil, aynı zamanda ticaret, sanayi vs. için de) ekonomileri olan ülkelerin genel olarak süreci zorlaştırdığı söylenebilir: Amerika dışında petrollü zenginlik içinde yaşayan Suudi Arabistan’ın başını çektiği Körfez ülkeleri, Çin ve Hindistan… Türkiye de son anlaşma metnini beğenmeyerek dikkatleri üzerine topladı ama yalnız olduğu için süreci tıkadığını söylemek doğru olmaz. İklim kırılganlığı en yüksek olan 20 ülkenin “Climate Vulnerable Forum” altında oluşturduğu konsorsiyum ve ilerici mitigasyon hedefleri ile başlattıkları #1o5 kampanyası sürecin ilerlemesinde olumlu bir etki yarattı. Ev sahibi Fransa’nın bu ülkeleri destekleyerek pek çok başka konuda epey ilerici adımlar attığını, bir anlaşma çıkabilmesi için iyi ve kapsayıcı bir diplomatik süreç sürdürdüğünü de teslim etmek gerek.
A.C.G: ABD Dışişleri Bakanı Kerry zaten Paris’ten önce alenen bunu söylüyordu. ABD’nin hukuken bağlayıcı hiçbir anlaşmayı senatodan geçiremeyeceği blöfü, iklim krizindeki sorumluluğunun bedelini ödemek istemeyen çoğu gelişmiş ülke tarafından memnuniyetle karşılanan bir konuydu. Bunun yanında 1990 sonrası toplam salım miktarları gelişmiş ülkeleri sollayan, gelişmekte olan devler Çin ve Hindistan ekonomilerinin fosil yakıta dayalı kesimlerini her tür “dışsallığa” rağmen “koruma” refleksiyle anlaşmanın esnek – ve bağlayıcılıktan uzak – olması taraftarı oldular. Climate Vulnerable Forum bloğunun 1.5 derece baskısına aslında Almanya, Fransa gibi AB’nin kilit oyuncuları destek verdiler. Ancak INDC’lerin değerlendirildiği UNFCCC raporu sonucunda herkes biliyordu ki 1.5 derece Paris’teki irade ve hedeflerle zaten ulaşılması imkansız sembolik bir hedef haline gelmekteydi. Bu arada uzun zamandır olgunlaşan “Yüksek İddialı İttifak” ABD liderliğinde bir anlamda ağırlık koyarak bu sembolik hedefi anlaşmaya sokan etkenlerden oldu. Türkiye ise sorumlulukların “farklılaştırılması” noktasında itirazlarla gündeme geldi. Hatta anlaşma onaylandıktan hemen sonra söz alıp “kendi özel koşullarının anlaşmada belirtilmesi gerektiğini” ifade etti ve aksi halde anlaşmayı mecliste onaylamakla ilgili sıkıntı yaşanacağını ekledi. COP21 Başkanı Fabius bu konuyu önümüzdeki zaman diliminde istişare edeceğini belirtti. Türkiye (UNFCCC Ek-1’de olması itibari ile) halihazırda gelişmiş ülkelerden sayıldığı için iklim finansmanından yararlanamayacak oluşunu müzakereler boyunca dillendirmişti.
E.T: Aslına bakılırsa müzakerelerin ikinci haftasında ortaya çıkan “yüksek iddialı koalisyon” benzeri gruplaşmalar pazarlıkların Paris’ten çok daha önce yapıldığını (ki bu da çok taraflı BM sisteminin etrafından dolanıldığı anlamına da geliyor) ve aslında Paris’in pürüzleri gidermek için kullanıldığına işaret ediyor. Bu bilmediğimiz (ki G20 sürecinde de Büyük Ekonomiler Forumu sürecinde de bu yapılageldi) başlı başına kötü bir şey değil ama özellikle bu süreçlere kimlerin, ne şekilde, hangi kapasiteyle ve kimin adına katıldığı meselesi mühim. İklim adaleti derken bir taraftan elbette ki iklim borcu, tarihsel sorumluluk, kuşak-içi ve kuşaklararası adaleti kastediyoruz ama diğer bir yandan da usul meselesini atlamamak gerek.
M.I: Paris’ten çıkan anlaşmanın temelinde aslen Çin ve ABD’nin 2014 Kasım’da – öncesi 2000’li yılların başından beri süregelen gizli müzakerelere dayanıyor – kendi aralarında anlaşması yatıyor. Atılması gereken adımlar bakımından gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasındaki ayrımın flulaşması bir yandan anlaşmayı ABD yönetimi için kabul edilebilir bir hale sokarken (Kyoto’nun onaylanmama gerekçesi olarak ABD tam da bu ayrımı vermişti) diğer yandan, taahhütlerden kaçınıp işi esnek ‘niyet’ bildirimlerine bırakmak Çin ve Hindistan gibi ülkeleri rahatlattı. Buradaki tek sürpriz 1.5 derece temennisinin metne girmesi oldu.
3. Hedef 2 dereceden 1.5 dereceye düşürüldü. Ancak hesaplara göre ülkelerin ‘Niyet Edilen Ulusal Katkı Beyanları’ (INDC) gerçekleşse bile ısınma 2.7 – 3 dereceyi bulacak. Vaatler bu haldeyken ısınmayı 1.5 derecede durdurma hedefine nasıl ulaşılması öngörülüyor? ‘Yeniden değerlendirme’ mekanizmasıyla bu hedeflerin yıllar içinde artırılacağına mı umut bağlandı?
E.G: Bana göre bu hedefe ulaşabilmek için anlaşmaya bel bağlamak – ve enerjiyi anlaşmanın çok daha iddialı olmasına sarf etmek – yorucu bir süreç olacaktır. INDC’lerin 2018’de tekrar gözden geçirilmesi gerekliliğinin Paris konferansının son dakikalarında çıkmış olması bizim elimizi güçlendiren bir durum ancak 2018’de ülkelerin vereceği gözden geçirilmiş INDC’lerin de iddialı olup olmayacağından emin olamıyoruz tabii. Bu nedenle siyasi olmayan ulusal aktörlere (sivil toplum, özel sektör, yerel yönetimler, akademisyenler) büyük bir iş düşüyor: Ulusal karar alıcıları hem bilgilendirerek, hem de onların üzerinde baskı kurarak ulusal hedefler ve bu hedeflerin altını dolduracak adımları küresel hedefle ve ülkenin kendi imkanlarına göre olabilecek en uyumlu hale getirmelerini sağlamak.
A.C.G: Halihazırdaki ulusal katkıların (INDC’ler) kümülatif bir değerlendirmesi yapılacak ve 2018’de Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) tarafından bu etkiyi gösteren bir rapor yayımlanacak. Bu raporda sıcaklık artışı limitlerinin altında kalmak için küresel olarak toplamda ne kadar salım azaltım açığı bulunduğuna dair saptamalar olacak. Anlaşma kapsamında bu tarihten sonra raporun ışığında gelişmiş ülkelerden INDC’lerindeki 2025-2030 hedeflerini revize etmeleri bekleniyor ama bu revizyonun içeriğine dair hiçbir tavsiye olmayacak. Yani “Tablo bu, buyrun” diyecekler. Ülkelerden niye daha iddialı hedefler koymadıklarına dair hesap sorulması anlaşma dahilinde mümkünatı olmayan bir şey. Gelişmekte olan ülkelere de “Uzun vadeli hedeflerinize bir bakın” denecek ama burada da bir yaptırım söz konusu değil. Bu süreç 2018’den itibaren 5 yıllık döngülerle sürekli olarak teoride “daha iddialı” hedeflere doğru ilerleyecek. Ancak sorun şu ki bilimsel çalışmalara göre güvenli olarak nitelendirdiğimiz limitlerin altında kalabilmeye yönelik yapılması gereken sera gazı azaltımı için bu kadar uzun bir vakit olmayabilir elimizde. Hesaplara göre 2030’da küresel salımların zirve yapıp yılda %10’la azalması gerekiyor. Bu senaryo Paris’te dikkate bile alınmadı. Şu andaki Paris doğrultusu 2030’da bir tavan öngörmüyor, 2050 sonrasında bir noktada insan kaynaklı salımların ve yutak alanların kapasitesi arasında bir denge kurulması hedefleniyor. Yani ekonomilerin tamamen karbonsuzlaştırılmasından ziyade şu an elimizde olmayan teknolojiler aracılığı ile salımların azalarak devam etmesi öngörülüyor. Pek çok bilim insanı Paris Anlaşması’nın, bahsettiği hedeflere ulaşmak konusunda çok yetersiz olduğu endişesini açıkça dillendirmekte.
E.T: 5 senede bir yeniden değerlendirme mekanizması iklim dinamiklerini çalışan bilim insanları tarafından oldukça muhafazakar bir zaman dilimi olarak görülüyor aslına bakılırsa. Özellikle de IPCC’nin 7 yıllık döngülerinin hızlı gelişmelere cevap vermekte eksik kaldığı dikkate alındığında (SREX aşırı hava olaylarıyla ilgili özel rapor gibi hızlı döngülerle anlık gelişmelere cevap verecek, daha iyi iletişim kuran bir IPCC gereksinimini de ekleyelim) bu periyodun 2 yıla çekilmesi ve daha katılımcı, devlet ve devlet-dışı aktörlerin (hükümet altı yönetimler, federal bölgeler, otonomiler, belediyeler, özel sektör birlikleri vs.) çabalarını sistematize eden bir yapı faydalı olur gibi duruyor. Bu hedeflere ulaşmayı sağlar mı? Bence sağlamaz. Eğer sosyal hareketlerin ve sivil toplumun öncelikleri ve dönüşümdeki rolleri ciddiye alınmazsa mesele devlet ve devlet-dışı aktörlerin yaptığı sen-ben-bizim oğlan diyaloğundan ibaret kalır.
M.I: Devletler gerçek anlamda adım atmayı bir anlamda 2018 sonrasına ertelediler. 5 yılda bir yapılacak gözden geçirmeler bana göre sadece toplumsal hareketlerin baskısıyla anlam kazanabilecek bir mekanizma. Halihazırda 5 yıl epey uzun bir süre. Ülkelerin taahhütlerinin bilimin gerektirdikleriyle örtüşmediği iki üst üste gözden geçirme dönemi bizi 2 derece hedefinden sonsuza dek uzaklaştırabilir. Hal böyleyken 5 yıllık dönemler, pratikte gerçekleşen değişimin kağıt üstünde onaylanması şeklinde olursa anlam kazanır.
4. Vaatlerin hukuki bağlayıcılığı, yaptırımı olacak mı? Mesela bir ülke emisyonlarını vadettiği kadar azaltmazsa ne olacak?
A.C.G: Ben hukukçu değilim ancak yorumlarım şöyle: iklim değişikliği rejimi şimdiye kadar da oldukça serbest ilerleyen bir rejim oldu. Örneğin Kanada Kyoto Protokolü’nden çıktı ve bunun bir yaptırımı olmadı. Ancak herşeye rağmen Kyoto Protokolü çok kısmi de olsa cezai yaptırımlarla desteklenen hesap verilebilirlik mekanizmalarına sahipti. İklim değişikliği ile ilgili 2020 sonrası iklim rejiminin çerçevesini oluşturacak Paris Anlaşması’na uyulmaması halinde taraf ülkeleri uygulamaya zorlayabilecek bir mekanizma veya mahkeme yok. Uygunluk (compliance) rejimi üzerinde 2001 yılında uzlaşıldığını ve Kyoto Protokolü’ne ek olarak tanımlandığını hatırlayarak Paris Anlaşması için de yeni bir uygunluk rejiminin 2020’ye dek geliştirileceğini tahmin etmek zor değil. Yani bir uygunluk altyapısı olacak 2020’ye dek… Paris Anlaşması bağlayıcı olduğu belirtilen bazı maddelere sahip ancak bir yaptırım veya cezalandırma mekanizması olmayacak olması ülkelere teoride sınırsız bir hareket alanı sağlıyor. Her şekilde anlaşma kapsamında kalmanın ve sorumlu hareket etmenin diplomatik bazı avantajları olacağı söylenebilir. Bu konuda hukukçuların yorumlarını takip etmek gerekiyor. Ancak şöyle toparlayalım: Paris Anlaşması bilimsel açıdan yetersiz hedeflerle donatılmış ve bağlayıcılıktan uzak yapısı ile dünyanın kaderini çok büyük oranda ülkelerin insafına bırakıyor.
E.T: Bütün sistem aslında herhangi bir yaptırımı olmayan name-shame (teşhir et-rezil et) tedbirlerine dayanıyor. Öte yandan bu bile G77+Çin’in tekrar tekrar ifade ettiği gibi “kimsenin utanmayacağı, parmakla gösterilmeyeceği” bir sistem kurulduğunu yadsımıyor. Bu da uluslararası anlaşmalarla erişilebilecek başarının sınırlarına işaret ediyor. Bu yüzden öncelikli mesele, BM iklim sözleşmesinden farklı olarak tahkim yolu açık ve bağlayıcılığı olan TTIP ve TPP gibi neoliberal sistemin temel mekanizması olan uluslararası ticaret anlaşmalarını yapıbozuma uğratmak, bunların gücünü alaşağı etmek. Bu yapıldıktan sonra ancak iklim adaletini tesis edebilecek şekilde etkin, hukuki bağlayıcılığı olan ve gerçekçi adımlar atılabilir.
M.I: Bu hukuki bağlayıcılık konusu epey tartışıldı halen de tartışılıyor. Ben bu tartışmayı iklim meselesi özelinde yapılması gerekli, ancak ikincil olarak değerlendiriyorum. Bugün dünyada devletlerarası iktidar ilişkilerinden muaf hiçbir uluslararası anlaşma yok. Elbette ki bunların bazıları daha kemikleşmiştir, bazıları ise tabiri caizse, “centilmenlik anlaşması” seviyesindedir ve tümü devletler arasındaki girift çıkar ilişkilerine dayanır. Ancak, hegemon pozisyonundaki her devlet eğer uluslararası sistemi kaosa sürüklemeyi göze alabiliyorsa tüm bunları yırtıp atabilir. Kaldı ki anlaşmanın altında yapıldığı BM çatısının kendisi meşruiyet olarak son derece sorunlu bir yapı. Daimi üyeli Güvenlik Konseyi vb. var. Böyle bir durumda Paris Anlaşması’nın hukuki bağlayıcılığını birincil mesele olarak tartışmanın enerji kaybı olduğunu düşünüyorum. Başlıca görev yine toplumsal hareketlere düşüyor. Anlaşmada şeffaflık ve raporlama maddeleri diğer maddelere göre daha kuvvetli. Bunların kullanılması elzem. Fakat, Paris Anlaşması’ndan örneğin AİHM benzeri bir yaptırım gücü beklemek saflık olur.
5. Şirketlerin lobi faaliyetleri sonucunda ne gibi kararlar alındı veya alınmadı?
A.C.G: Bu konuda tabii desteksiz konuşmaktan kaçınmak gerek. Ancak piyasa açısından hevesle beklenen ve geleceği şimdiye dek belirsiz olan karbon ticaretinin ve Kyoto esneklik mekanizmalarının “sürdürülebilir kalkınma mekanizması” aracılığıyla yeniden oyunda olduğunu söylemek de lazım. Bunun yanı sıra uluslararası finansman kuruluşlarının lobisini yaptığı karbon fiyatlandırma mekanizmaları anlaşmada ismi geçen ancak kilit olmayan konular arasında… Ek olarak doğrudan bahsedilmese de “antropojenik salımlar ve yutak kapasitesi arasında denge kurulması” hedefi dolayısıyla “iklim mühendisliği” olarak özetlenebilecek teknolojik metodlar ana akımda tartışılmaya – belki de finansman bulmaya başlayacak olmaları sebebiyle – başlandı ve COP21’de lobi malzemesi oldular. Nükleer lobisi de net olarak gözle görülür biçimde müzakere alanındaydı. Bu ve benzeri iklim krizine “sahte çözümler” sosyal hareketler tarafından protesto ediliyor, bu kulvarları dikkatle izleyen sivil hareketler risklerden ısrarla bahsediyorlar. Müzakerelerde de lobicilerin peşinde olan bu hareketlerin çalışmaları geniş yankı uyandırdı. Bizim de dikkatimizi çeken şu rehbere göz atmak daha geniş fikir verebilir:http://corporateeurope.org/environment/2015/11/lobby-planet-paris-guide-corporate-cop21
6. ‘Temiz/yenilenebilir enerji’ tabir edilen pazara dair neleri değiştirecek COP21? Türkiye’deki pazarı nasıl etkileyebilir?
E.T: AB’nin en büyük kömür lobisi olan EURACOAL genel sekreteri Brian Ricketts’in de dramatik “şimdi bize köle taciri gibi davranacaklar” ifadesiyle dile getirdiği gibi, Paris özellikle kömür açısından belirleyici bir dönemeç olacak. Ancak Paris Anlaşması’nda petrol, kömür ve fosil yakıtlara sıfır (rakamla 0) atıf yapıldığını – ve yenilenebilir enerjiye sadece Afrika özelinde atıf olduğunu – ekleyelim. Bu minvalde Paris sonrası yenilenebilir enerji (ve potansiyel olarak nükleer ve CCS yani karbon tutma-saklama teknolojilerine de) açısından bir hızlanma yaşanacağı söylenebilir. Bu bizi aldatmamalı. Yenilenebilir enerji başlı başına masum veya olumlu bir olguya işaret etmiyor. Devasa ölçekte arazi gasbına, kaynak tüketimi (rüzgar tribünleri de sazlıklardan yapılmıyor malum, üretim süreçlerine içkin enerji ve hammadde tüketimi söz konusu) ve bakım için örneğin konsantre güneş paneli sistemlerinde yoğun su tüketimine de sebep oluyor. Bu yüzden enerji güvenliği adına bir enerji üretim biçiminden diğerine çılgınca koşturmaktansa enerjinin nasıl, kimin için, ne şekilde, nerede ve nasıl üretildiğini sorunsallaştıracak şekilde yüzümüzü “enerji demokrasisi”ne dönmemiz gerekiyor. Yine enerji üretiminin sahibinin kim olacağı, yönetiminin merkezi mi desentralize mi olacağı önemli dayanak noktaları. Bu soruları sormadan ve kapsamlı bir biçimde cevaplamadan yaşanacak herhangi bir değişikliğin başlı başına olumlu olacağını söyleyemeyiz.
M.I: Tüm dünyada fosil yakıtlar zaten geriliyor. Paris Anlaşması’nın arkasındaki temel itici güçlerden biri de bu ekonomik unsur.Geçen yıl fosil yakıtlardan geri çekilen yatırımlar 2.6 trilyon doları buldu ki bu bir önceki seneye göre 50 katlık bir artış. Maalesef, Türkiye’nin henüz bunun farkında olduğunu düşünmüyorum. Daha zirvenin hemen ertesinde baş müzakerecinin kömürün gerçek bedelini göz ardı edenaçıklamaları buna örnek. Kaldı ki iklim krizini çözmek için gereken değişim sadece bir enerji kaynağının yerine diğerinin koyulması üzerinden olamaz, bu sadece sorunu bir süreliğine öteler. Bu değişimin adil ve ademi merkeziyetçi olması gerekiyor. Türkiye’de hala inanılmaz merkeziyetçi bir planlama anlayışı hakim ve görülen o ki bu merkeziyetçi kafayı fosil yakıtlardan uzaklaştırmak kolay olmayacak. Yine de dünya bu değişimi gerçekleştirdikçe Türkiye de isteyerek veya istemeyerek bu yöne gidecek. Türkiye’nin ölü fosil yakıt yatırımlarına çok fazla kaynak heba etmeden artık bu dönüşüm yoluna girmesi gerekiyor.
A.C.G: Enerji konusunda genel olarak çok dikkatli ve etraflıca düşünmek gerekiyor. Mesele sadece %100 yenilenebilir enerjiye geçiş meselesi değil. Bütün dünya bir anda sadece yenilenebilir enerji kullanımına geçse bile – mevcut anlayışla “kalkınmaya” devam ettikçe – iklim krizi değilse de başka sosyo-ekonomik ve ekolojik krizler ortaya çıkacak. Limitleri olan bir gezegende her şeyin ama her şeyin metalaştırılması vasıtasıyla limitsiz bir büyüme fantezisi peşinden gitmek, bunu yaparken de bütün maddesel ve sermaye birikiminin adaletsiz biçimde belirli güç odaklarında toplanıyor olması gerçekleşmesi mümkün (ve dahi etik) olmayan çirkin bir rüya. Enerji de bu fanteziden bağımsız düşlenmiyor iktidar ve sermaye sahiplerince… Bir düşünün, yüzlerce veya binlerce kilometre ötedeki bir adam parasına para katacak diye kurulan bir termik santralden hastalanan, ölen santralin yanı başında yüzyıllardır yaşamakta olan ailelerin o santralden bir fayda görmeyen bireyleri. “Niye ben hayatımla ödüyorum senin servetini” diye itiraz ettiklerinde gaz ve dayak yiyenler, davalarla uğraşanlar da onlar… Bu kabul edilebilir değil. Ethemcan’ın bahsettiği enerji demokrasisi kavramı çok mühim. Enerjiyi kim için, ne için, nerede üretip tüketiyoruz? Farklı bir kurgu mümkün değil mi? Bu mümkünlerin önündeki engeller neler ve kimler? Gerçekten bu kadar enerji arzına talep var mı? Enerji verimliliğinde, üretkenlikte dünyayı solladık da ondan mı bu kadar enerji talebi olacağını varsayıyoruz? Tabii ki hayır. O halde neden en verimsiz şekilde enerjiyi merkezde toplayıp tekrar dağıtmaya çalışıyoruz? Neden yenilenebilir enerji kooperatifleriyle enerji yerelde sahiplenilip işletilmesin? Neden 3-5 müteahhiti zengin etmek için hayatlarımızı, tarlalarımızı, manzaramızı, besinlerimizi feda etmek zorundayız? Bu döngülerin kırılması için enerji politikalarında bir devrim gerek. Biz devletin “enerji güvenliği” adı altında yaptığı bilimsel temeli olmayan, sosyo-ekonomik ve çevresel açıdan “kabul edilemez” derecede mantıksız uluslararası anlaşmaların ceza niteliğindeki yansımalarını çekmek zorunda değiliz. Alternatif sayılan politikaların bazı ülkelerde hayata geçtiğini görebiliyoruz. Almanya örneğinde enerji demokrasisinin filizlenmeye başladığı açıkça görülebilir. Bu tartışma ve pratikleri örnek alabiliriz. Uzattım ama kısaca şunu diyorum, yenilenebilir enerjiye geçişi tartışırken bunları da tartışalım. Yoksa bu tongaya düşüp her tarafınızda rüzgar gülü bitse de doyuramazsınız adına “kalkınma” denilen canavarı…
7. Paris sürecinde Türkiye’nin tavrı nasıldı? Türkiye için herhangi bir yaptırım söz konusu olacak mı? Başmüzakereci Mehmet Emin Birpınar’ın COP 26’nın Antalya yapılması arzusunu ısrarla dile getiriyor olmasını nasıl yorumluyorsunuz?
E.G: Türkiye’nin Paris’te duruşu – bundan önceki tüm konferans süreçlerinde olduğu gibi – kendi özel koşullarını (G20 ve OECD üyesi ve fakat gelişmekte olan bir ekonomi olmak durumu) ortaya çıkarıp finansal destek istemekten öteye geçmiyor maalesef. Bunu yaparken de ortaya net bir yol haritası çizmeyerek süreci ilerletecek ve güven ortamı oluşturacak bir tavır sergilemiyor, bu yüzden kendisini destekleyecek bir ülke grubu ya da partnerler bulamıyor; tek başına çok belirsiz bir duruş sergilediği için de söyledikleri, diğer ülkeler tarafından görmezden gelinebiliyor. COP26’ya Türkiye’nin ev sahipliği yapması heyecanlı bir durum tabii ama buna hazırlıklı olmak lazım. Yani Türkiye’nin öncelikle bir an önce sivil toplumdan gelen görüş, öneri, talepleri karar alma mekanizmalarına dahil edip şeffaf ve bütüncül bir süreç işlettiğini göstermesi, sonrasında da 2020 konferansındaki süreci gerçekten kolaylaştıracağını belli eden, net, ilerici adımlar atması, daha iyi bir diplomatik oyun oynaması lazım. Öncelikle kendi hedeflerini netleştirip, kendi klasmanındaki ülkelere yapıcı bir yol açıyor olması lazım. Şu anki tutum bu değil maalesef. Eğer 2020’ye kadar bu şekilde devam ederse, konferansın Antalya’da olması Türkiye’ye tam olarak ne katar emin değilim.
E.T: Biliyorsunuz daha önce 2012 yılında COP18 Katar’ın başkenti Doha’da gerçekleşmişti. Ancak Katar 44 tonluk emisyonlarla kişi başına dünyada en fazla salım düşen ülke. Dahası pek de demokratik bir ülke olduğu da söylenemez ama aynen 2022 Dünya Kupası’nı çektikleri gibi içerikten azade bir kongre turizmine dönük zirveye ev sahipliği yapmışlardı. Türkiye, G20 organizasyonundan cesaret alarak 2020’de (ki Paris Anlaşması’nın yürürlüğe gireceği yıl) COP26’ya talip oldu ama eğer kendi politikalarına çekidüzen verip, iklim konusunda iddaalı bir adım atmazsa yapılacak olan şeyin kongre turizminden öteye geçemeyeceği aşikar. Özellikle de başmüzakerecinin “COP26 Antalya’da olsun” diye bastırması manidar. 195 lider, yüzbinlerce kişi, uçaklar, arabalar, dev kongre merkezi inşaatları vesaire derken sanırım bir heyecan kaplıyor ama önce Türkiye’nin kendi iklim politikaları konusunda bir adım atıp bu “kıymetli yalnızlığından” kurtulup, sivil toplumunun sadece göstermelik biçimde sesini dinleyerek (ki şu anda bunu bile yapmıyor) değil değerlendirmelerini dikkate alarak ve işlevselleştirerek hareket etmesi gerekiyor. Dahası akademisinde iklim değişikliğine öncelik vererek bu konuda araştırmacılar yetiştirmeli, kurumsal oluşumlara gitmeli. Yoksa bu girişim de ancak “Yemeklerimiz ve otellerimiz çok güzel” şeklinde bir misafirperverlikten öteye geçemez.
A.C.G: Sürekli yazdık çizdik. Türkiye Paris’e 27. en kalabalık ekip olarak (resmi listeye göre) 149 kişi ile gitti ama 10 kişi de gitse aynı etkiyi yapabilirdi. Yanlış anlaşılmasın, ekipte bulunanların zeka ve tecrübelerine saygısızlık olsun diye söylemiyorum bunu. Ancak kabul edelim Türkiye masaya alternatifler, farklı müzakere kartları, farklı vizyonlar üreterek gelmedi. Durum bu şekilde olunca masaya oturduğundan farklı bir şey yok yine elinde… Bunun aksini iddia eden kamuoyunu yanıltıyor bence. İklim politikalarında (aslında her alanda) sivil toplumu düşmanı olarak gören ve üstten bakan devlet kimliğinin – kurumlar arasında değişiklik gösterse bile – kendini yinelediğini görebiliyoruz. Nitekim Paris’te bu ülkenin vergileri ve temsiliyeti ile orada bulunan ekipten nezaket ve samimiyet dolu bir diyalog beklemek garip bir durum değil ancak gözlemciler olarak Türkiye resmi pavyonunda kapının dışında “ağırlanmış” olmamız açıkçası bence pek çok şeyi gözler önüne seriyor. Duymayı istemediğiniz, size ters düşen görüşleri Twitter’da bloklayabilirsiniz, kapıdan almayabilirsiniz, dinleyince sinirlenebilirsiniz, ancak gerçek şu ki ancak bu diyaloğu kurabilenler politikaları ileri taşıyabiliyor. İklim politikalarında bundan sonra yapıcı bir diyalog için STK’ların ve akademisyenlerin adım atmaya hazır olduğuna inanıyorum. Zira bu yöndeki çağrıların sürekli yinelendiğini görüyoruz. Bence en azından Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın bünyesindeki “iklim değişikliği koordinasyon kurulu”nun yapısını tartışılabileceği bir diyalog ortamı oluşturulmalı. Buna dair bir sinyal olmadığı gibi yine herkese kapalı bir şekilde “Türkiye’nin Yeşil Büyüme Stratejisi” adı altında yeni bir yapılanma tasarlandığını görebiliyoruz. Yani doğru yöne gitmediğimiz açık.
8. İdeal bir anlaşma yapılabilse olmazsa olmaz üç şartı ne olurdu?
E.G: Bence 200 devletin imzalayabileceği ideal bir anlaşmanın yapılabileceği bir dünyada yaşıyor olsaydık zaten iklim değişikliğinin geri dönüşü olmayan etkilerini engellemek için bu kadar geç kalmamış, çoktan küresel düzeni değiştirmiş olurduk. Yani ütopik bir dünyada yaşasaydık eğer zaten böyle bir anlaşmaya gerek olmazdı çünkü ülkeler küresel neo-liberal sistemin dışında, sürdürülebilir, büyüme odaklı olmayan mikro-sistemler içinde yaşıyor olurdu. İnsan kaynaklı küresel iklim değişikliği olmazdı.
M.I: 1.5 derece hedefini tavizsiz kabul eden, bununla uyumlu olarak paydaşlar (bunların illa devlet olması da şart değil) arasında net bir efor paylaşımına dayanan ve uymayana yaptırım içeren bir anlaşma ‘ideal’ olurdu. Ancak, böyle bir anlaşma mevcut uluslararası düzenin temelden değişmesi demek. Bunu insanlık için uzun vadeli bir hedef olarak koyabiliriz; ancak, uygulamayı yaratacak hukuki metinlerden ziyade metni yaratacak pratiklere yoğunlaşmak daha verimli olabilir. En azından Paris Anlaşması’nın gelişim süreci bu yaklaşımı destekliyor diye düşünüyorum.
A.C.G: Bir an için bütün devletlerin bilime kulak verip hakkaniyet, tarihsel sorumluluk çerçevesinde ancak 1990 sonrasında değişen sorumluluk tablosunu da göze alarak ideal bir anlaşma yaptıklarını varsayalım. Öncelikle INDC’lerin 2018’i beklemeden acilen 1.5 derece hedefi için revizyonunu şart koşan; kayıp ve zararlarla ilgili hukuken zararların tazmini yolunu açan bir mekanizma tanımlayan; fosil yakıtlı yeni yatırımların küresel bir moratoryumla yasaklandığı; Sadece %100 yenilenebilir enerjiye geçişi değil enerji demokrasisinin tesisini de hedefleyen; iklim krizinin aynı zamanda insan hakları krizi olduğunu kabul eden ve buna bağlı gelişebilecek davaların hukuk yollarını açan; toplumsal cinsiyet eşitliği açısından tedbirler içeren; sahte çözümler mümkün kılan seçeneklere (iklim mühendisliği, karbon ticareti, REDD+ gibi) açık kapı bırakmayan; negatif salım varsayımlarının gerçekçiliğini sorgulayan ve ülkelerin net azaltım sorumluluğunun ötelenmediği; müzakere salonlarında Paris’tekinin aksine (yalnızca orada bulunma lüksüne/imkanına sahip olanlar değil ilgili tüm) sivil hareketlere yer ve söz verilen bir süreçle ortaya çıkan bir anlaşma iyi bir başlangıç olurdu…
9. Her şeye rağmen toplantıdan iklim için mücadele eden sivil toplumun elini kuvvetlendiren neler çıktı?
E.G: 1.5C derece hedefi, 2050 yılının yazılı olarak orada durması (hedef olarak sera gazı emisyonlarının “nötrlenmesi” gibi muğlak bir dil kullanılsa bile), 2018 yılında INDClerin gözden geçirilmesi, taraf devletlerin yüksek karbonlu yatırımları finanse etmemesi (yani kamusal fosil yakıt teşviklerinin bitmesi), kayıp ve zarar mekanizmasının iklim finansmanından ayrı olarak tanınması, bir anlaşma olması.
M.I: Bence iki şey çıktı. Birincisi daha önce de söylediğim gibi burdan sonra artık fosil yakıt yatırımlarına karşı yürütülen tüm mücadeleler uluslararası meşruiyet kazandı. İkincisi, devletler toplumsal hareketlerin liderlik rolünü teslim ettiler. Belki bunu aleni olarak kimse dile getirmedi ama gözden geçirme mekanizması, şeffaflık ve raporlama hükümleri buna işaret ediyor. Bu noktada EUROCOAL’un kendi üyelerine yolladığı mektubun ana mesajına biz de katılabiliriz: ‘Bu anlaşma zayıf gözükebilir ama rehavete kapılmayın’.
A.C.G: Bence COP21’den bağımsız olarak Montreil’de düzenlenen alternatifler zirvesi ve “Zone Action Climat” alanındaki etkinlikler sivil insiyatiflerin alternatifleri düşlemek ve eylemek üzerine ilişkiler geliştirmesi açısından oldukça yararlıydı. Buradan hareketle pek çok farklı eylemlilikler geliştirileceğini ve devletlerin şimdiki politikalarına baskı unsuru oluşacağını öngörebiliriz. Bu bir umut kaynağı… Bunun yanı sıra anlaşma imzalanmadan önce bazı önde gelen bilim insanlarının normalde daha çekimser şekilde görüş ifade ederken şu an bulgularını daha baskın ifadelerle ve alternatif politika önerileri dillendirerek kamuoyu ile paylaştıklarını görebiliyoruz. bu bilim insanlarının önümüzdeki süreçte kamuoyunu doğru bilgilendirmek için daha aktif olacaklarının da bir göstergesi. İklim biliminin kamuoyu ile iletişimi kritik bir mesele… Kendi jargonu olan ve kamuoyunda tam anlaşılmayan bu dalın politikacıların manipülasyonuna açık olması bu şekilde giderek artan oranda engellenecektir. Paris Anlaşması’ndan bizleri kuvvetlendiren ne çıktı diye soracak olursanız, üzerine inşa edilebilecek oldukça zayıf bir temel çıktı derdim. Bunu inanılmaz derecede önemsemiyorum. Yaşadığımız bir sistem krizi, ve bu krize daha yapısal (ve radikal) çözümler üretmek gerekiyor. Paris Anlaşması bu resmin ancak çok küçük bir parçası olabilir, fazlası değil.
10. Devletler yine yetersiz kaldıysa ne yapılmalı? Sivil toplum ve iklim adaleti için mücadele eden aktivistler bir sonraki adım olarak neyi önlerine koydu?
E.G: Özellikle gelişimini tamamlayamamış ekonomi ve demokrasilerde, sivil toplumun pragmatik bir şekilde örgütlenip karar alma süreçlerine kendilerini dahil etmeleri gerekli. Süreç içindeki şeffaflık ve insan hakları öğelerinin gerçek bir şekilde var olmasını sağlamak sivil toplum ve aktivistlerin elinde. Bağlayıcı olsun ya da olmasın, şeffaf, samimi ve katılımcı bir süreç içermediği sürece yazılı hiçbir bir belgeden medet ummamak gerektiğini düşünüyorum.
M.I: Sivil toplum ve toplumsal hareketlerde Kopenhag sonrası yaşanan büyük yenilmişlik hissini artık görmüyorum. Anlaşmanın içeriği hakkında en öfkeli olanlar bile daha da fazlasını yapmak için bilenmiş durumdalar. Madem fosil yakıtlar anlaşma metninde bir defa dahi zikredilmiyor, şimdi bu projelerin ekonomik ve siyasi bedelini artırmak temel hedeflerden biri olmalı. Şansımız pek çok hareketin Paris’in nihai çözüm olmayacağının farkında olmasıydı.
A.C.G: Fosil yakıtlar devrinin kapatılması ve kapının sürgülenmesi için çalışmalar yapmak; bunun yanı sıra enerji demokrasisi için alternatifler geliştirmek ve yaygınlaştırmak; var olan iklim, enerji, kalkınma politikaları arasındaki çelişkilerin görünür kılınması; politika yapım süreçlerinde daha dahil edici ve katılımcı bir yapı oluşturmak için baskı yapmak; diğer sosyal hareketlerle iklim adaleti hareketinin gelişen bağlarını daha da güçlendirmek ve ittifaklar oluşturmak; yerel çevre direnişleri ve küresel hareketler arasında dayanışmaları ve diyaloğu geliştirmek kısa vadede ev ödevlerimiz denilebilir.