Anlaşmayı indirmek için tıklayın.
Ilgın Özkaya Özlüer
İnsanlığı topyekun ilgilendiren sorunlarla tüm uygarlığın sınanmasının tarihi çok eskilere kadar gitmez. 2. Dünya Savaşı’nda atom bombasının kullanılmasıyla birlikte insanlık ilk defa kendi yarattığı uygarlığı ortadan kaldırabileceğini de gösterdi. Halbuki daha önceden de insanlık savaşlar yaşamıştı. Toplumların çözülmesiyle, kimi uygarlıkların çöküşüne de tanıklık edilmişti. Ancak 2. Dünya Savaşı ile birlikte, insanlığın topyekun yok oluşunu sağlayabilecek bir savaşın mümkün olduğu keşfedildi. Nagazaki ve Hiroşima’nın bombalanmasının ardından ortaya çıkan bu uygarlık bunalımı tüm toplumları etkiledi. Ulusların birbirine karşı bu acımasızca saldırısının tüm yaşamı yok edeceğinin farkına varıldı. Bu farkındalık çeşitli düzeylerde ortaya çıktı.
Devletleri düzenleyen çevreleyen Birleşmiş Milletler (BM) gibi uluslararası kuruluşlar doğdu. Bu kuruluşların çatısı altında sadece insan uygarlığının değil diğer canlıların da korunmasına yönelik ortaya çıkan bilinci ifade edecek toplantılar yapıldı. 1972 yılında BM Stockholm Konferansı ile çevrenin korunması ile gelişme kavramı arasındaki ilişki ilk kez kabul edilmiş oldu. Böylece savaşı da içine alacak anlamda çevre sorunlarının aynı zamanda toplumların farklı gelişmişlik düzeylerinden ve dolayısıyla insanlığın eşitsiz gelişmişlik biçiminden kaynaklı olduğu da kabul edilmiş oldu. Stockholm’de her insanın sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkının olduğu kabul edilmişti. 113 ülkenin katıldığı bu konferansın sonucu olarak iyi bir çevreye herkesin ulaşma hakkının devletler tarafından kabulü, aynı zamanda devletlerin pozitif ve negatif yükümlülükleri olduğu neticesini de ortaya çıkardı. 20 yıl sonra 1992’de Rio de Janeiro’da düzenlenen sürdürülebilir kalkınma paradigmasının anaakımlaştığı Dünya Zirvesiyle de kalkınma ve çevre arasında bir denge arayışının sonucunda 2 önemli sözleşme ortaya çıktı. Bunların ilki olan BM Biyoçeşitlilik Sözleşmesi (UNCBD), bu denge arayışına atfen biyolojik çeşitliliğin korunması gerekliliğini ön plana koyuyordu. İnsanlık devletler düzeyinde, kendi varlık zemini olarak biyolojik çeşitliliğin korunması gerektiğini kabul ediyordu. İkinci ana metin, küresel bir kolektif eylem sorunu olan iklim değişikliği konusundaydı. Rio de Janeiro’da üzerinde anlaşılan BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC) kapsamında, doğanın insanlığın ortak mirası olduğu yaklaşımı da devlet düzeyinde kabul görüyordu. Bu ortak mirasın korunması için özellikle iki alanda (azaltım ve uyum) özel olarak çalışma yapılması gerektiği ortaya konuluyordu. İnsan uygarlığının yarattığı toplumsal zenginliğin önemli bir kısmının gelişmiş ülkeler tarafından tüketilmesine bağlı olarak ortaya çıkan sera gazı emisyonları sorunu ve bu bağlamda iklim krizi de uygarlığı etkilen bir tehdit olarak 1990’lı yıllardan sonra uluslararası camianın ve devletlerin gündemi haline geldi. Rio de Janeiro’dan çıkan üçüncü ve son metin ise yine ilk iki sözleşmeyle ilişkili biçimde BM Çölleşmeyle Mücadele Sözleşmesiydi (UNCCD). Çölleşme, iklim değişikliği ve biyoçeşitliliğin kesişim kümesindeki konulardan birisi de elbette gıdaydı. Ülkelerin gelişmişlik düzeyi arasındaki farkın üretilen gıdanın adil dağıtılmaması sonucunu doğurduğu ve tarımsal geleceğin tehdit edilmesine karşı önlemler ortaya çıkmaktaydı. Özellikle gıdanın toplumsal-siyasal-iktisadi bir denetim aracı haline getirilmesinin ve metalaşmasının sonucu ortaya çıkan endüstriyel ve GDO’lu tarım karşısında bu tekniklerden vazgeçmeyi değil, “ortak miras” kabul edilen biyolojik çeşitlilik üzerindeki etkisini denetim altına alma amacına yönelik uluslararası protokoller de beliriyordu. 2000 yılında imzaya açılıp, 2003’te yürürlüğe giren Cartagena Biyogüvenlik Protokolü de bunlardan biriydi.
Bu anlamda sanayi uygarlığının ortaya çıktığı 19. yüzyıldan beri çevre sorunlarının küreselleşmeye yönelme potansiyeli, 2. Dünya Savaşı’yla tescil edilmiş ve 1990’lı yıllardan sonra da devletler tarafından da çevre sorunlarının küresel bir sorun olduğu yukarıda bahsedilen anlaşmalar çerçevesinde kabul edilmiştir.
Çevre sorunlarının her devletin ortak sorunu olduğuna dair yaklaşım ve bu sorunun tüm ulusların ortak katkı ve çabasıyla çözülmesine dair yaklaşımda ‘sorunun ortak bir biçimde nasıl çözüleceği’ yanıtlanması gereken bir soru olarak hala ortada durmaktadır.
1990 yılından itibaren kabul edilerek yürürlüğe giren uluslararası anlaşmalarda, devletlerin çevre sorunlarının küreselleşmesinde tarihsel sorumluluklardan ötürü farklı derecede katkıları olması nedeniyle ortak fakat farklılaştırılmış bir sorumluluk almaları gerektiği fikri ön plana çıktı. Ancak bu fikrin erken sanayileşmiş/gelişmiş ülkeler tarafından uygulamaya alındığını söylemek mümkün değil. Çevre sorunlarının küreselleşmesiyle, devletlerin sorunun çözümünde pay sahibi olması gerektiğine ilişkin farkındalığın arttığı gözlemlenebilse de çevre sorunlarının çözümü ve bu sorunların kökenine müdahale konusunda etkili adımlar atıldığını, pozitif yükümlülükler üstlendiklerini söylemek mümkün değildir.
Bu anlamda, COP21 Paris iklim zirvesi vesilesiyle çokça gündem olan iklim değişikliğine dair çözümler de uluslararası anlaşmalar eliyle karmaşıklaşmaktadır. 1997 yılında iklim değişikliği konusunda ülkelerin karşılıklı olarak adım atması ve küresel ortalama sıcaklık artışının güvenli sınırlarda tutulabilmesi için Kyoto Protokolü imzalandı. Ne var ki Protokolün yürürlüğe girebilmesi için, onaylayan ülkelerin 1990’daki emisyonlarının (atmosfere saldıkları karbon miktarının) yeryüzündeki toplam emisyonun %55’ini bulması gerekmekteydi ve bu orana ancak 8 yılın sonunda Rusya’nın katılımıyla ulaşılabilmişti.
2005’te yürürlüğe giren Kyoto Protokolü’nün piyasa mekanizmalarıyla kurmak istediği sistemin, iklim krizinin bu süreçte hızlandığı göz önüne alındığında işlememiş olduğu görülmektedir. İşlememesinin en önemli sebeplerinden birisi de uluslararası kuralların yaptırım gücünün yine o devletlerin egemenlik haklarıyla sınırlı olmasıdır. Kyoto Protokolü her ne kadar tepeden bir azaltım hedefi belirlemiş olsa da hem taahhüt dönemlerinin kısıtlılığı, hem yaptırımların muğlaklığı, hem de son süreçte Kanada ve Japonya gibi ülkelerin hedeflerini tutturamayacaklarını anladıklarında protokolden çekilmeleri gibi sebeplerle işlevsiz kalmıştır. Bu örnekten görüldüğü üzere çevre sorunlarının küreselleşmesi ortak çözüm iradesinin doğduğu anlamına gelmemektedir. Karşılıklı yükümlülük prensibinin karbon ticareti gibi aslında salımları azaltmak yerine başka yerlere ihraç eden araçlarla tıkanması ardından 2015 sonunda düzenlenen COP21’de (Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin 21. Taraflar Konferansı) ortaya çıkan Paris Anlaşması’na gelinmiştir. Kyoto Protokolü’nün taahhüt dönemlerinin bittiği 2020 sonrası yeni iklim rejimini şekillendirecek bu anlaşma ile bağlayıcılığı daha zayıf olan ve ülkelerin ortak kararla geliştirdikleri sorumlulukları oranında değil, kendi verdikleri gönüllü katkılara dayanan bir dönem ortaya çıktı. Bu çerçevede çevre sorunlarının küresel bir karakter kazanması karşısında uluslararası bağlayıcılığı ve yaptırım gücü olan bir anlaşma dilinden uzaklaşıldığı görülüyor.
BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne taraf olan 196 ülkenin tamamının küresel iklim değişikliğini 2100 yılına kadar 2 derecenin altında ve mümkünse 1,5 santigrad derecede tutmaya yönelik bir kararlık içinde olmaları maalesef ki bu konuda etkin bir anlaşma yapıldığı sonucu çıkartmıyor. Bu noktada, acaba çevre sorunlarının ortadan kalkmasını devletler gerçekten arzu ediyor mu sorusuna yanıt aramak gerekli görünüyor. Bugün küresel iklim krizi ve küresel çevre sorunlarına karşı geliştirilen yaklaşım soruna “çit çekme” ve sorunun etkilerini ötelemeye dayanıyor. Hukuki mekanizmalar ve karar alma biçimleri de bu eksende biçimleniyor. Suriye’de mülteci krizinin, batının genelini vurmasının engellenmesi veya savaşın bölge ölçeğinden dünya ölçeğine sıçramasına müdahale gibi bakış açıları gelişiyor. Öte yandan somut bir çözüm için yaşanan sosyo-ekolojik sorunlara tarihsel sorumluluklar ile kayıp ve zararlar ışığında adil, eşitlikçi ve hakkaniyete uygun çözümler geliştirilmesi gerekir.
Çevre sorunlarının küreselleşmesi karşısında bu uygarlık çöküşü, İbn-i Haldun’un Mukaddime’sinde izah ettiği gibi toplumsal bir çöküşe tekabül ederek gelişebilir. Bugün çevre sorunları karşısında insanlığı tek bir toplum ve fakat çok başlı bir devlet gibi görebiliriz. Devletler, eğer küresel bir müşterek sorun olan iklim krizini çözmekte samimiyseler, bu konuda ortak hareket etmek zorundadır. Bu zorunluluk da bağlayıcı hukuk sistemini ve temel bir takım mekanizmalar üzerinde anlaşmayı gerektirir.
Gelişmiş ülkelerin, gelişmekte ve az gelişmiş ülkelere karşı Sanayi Devrimi’nden bu yana fosil yakıtları yoğun biçimde kullanmak suretiyle enerji üretimi, sanayi süreçleri, endüstriyel tarım ve hızlı kentleşme sonucu ürettikleri atmosferik kirlilik nedeniyle bir tazminat (ki buna artan şekilde ‘iklim borcu’ denmektedir) ödeme sorumluluğu vardır. Bu sorumluluk yenilenebilir teknoloji transferi ve kapasite artırımı gibi başlıklar altında eritilemez. İklim değişikliğine öncelikli olarak sebep olan devletlerin, enerji-yoğun fosil yakıt tüketimiyle edindikleri refah düzeyi ve teknolojik olanakları kadar finansal olanaklarını da paylaşması gerekir. Bu anlamda hem seragazı azaltımını hem uyumu hem de iklim borcunu karşılayacak yatırımlar için bütçe yaratılması elzemdir. Yeşil İklim Fonu gibi önemli miktarda finansman mekanizması kurmakla birlikte Paris Anlaşması’nın bu bütçeyi karşılamakta yeterli bir adım olduğu söylenemez.
Küresel çevre sorunlarının engellenmesi ve mevcut etkilerinin azaltılması, ortadan kaldırılması için toplumların gıdaya, suya, havaya, toprağa, enerjiye adil ve eşit erişiminin önündeki engellerin aşılması gerekir. Temel gereksinimlerini karşılayamayan, yaşama ve çevre hakkını güvence altına alamayan toplumlar çöküş ve çözülüş yaşarlar. Bu nedenle de küresel çevre sorunları karşısında küresel adımlar atılamıyorsa öncelikle bölgesel ölçekte barış, yardımlaşma ve dayanışma biçimlerinin gelişmesine ihtiyaç vardır. Ekosistemler üzerindeki baskının artması halinde şu ya da bu ülkenin çözülüşünün sonuçlarını maalesef tüm ülkeler yaşayabilir. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin 5. Değerlendirme Raporu da göstermektedir ki insan ve ekosistem güvenliğini sağlayacak olan yaklaşım bütüncül biçimde sosyo-ekolojik çatışmaların önüne geçmek ve mevcut çatışmaların çevre boyutunun ciddiye alınmasıdır. Raporda ‘tehdit çoğaltıcı’ olarak görülen iklim değişikliğinin göç ve toplumsal çatışmalarla ilişkisi bu anlamda basit bir sebep-sonuç ilişkisinin ötesinde dikkate alınmalıdır.
Küresel iklim değişikliği özelinde sadece devletlerin değil aynı zamanda küresel çevre sorunun mağduru olan sosyal kesimlerinin temel hak ve özgürlüklerini de sağlayacak bir katılım mekanizmasına ihtiyaç vardır. Bu katılım mekanizması bölgesel ölçekte de ekolojik değerlerin planlanmasını ve akılcı olarak kullanılmasını sağlamalıdır. Her ne pahasına olursa olsun ekonomik büyüme takıntılı sistemin ötesinde insani gelişmişlik göstergesi bu ekolojik değerleri, biyolojik çeşitliği, gıdayı, tohumu, enerjiyi ne kadar rasyonel yönetebildiğimizle şekillenecektir. Bunun için, Türkiye’nin de içinde bulunduğu Akdeniz Havzasının korunması geleceğimiz ve toplumsal varoluşumuz için çok önemlidir. Küresel çevre sorunlarının bu anlamda sadece devletler arası müzakere edilen konulardan çıkarılarak farklı ölçeklerde tartışılması ve katılımcı mekanizmalarla çözüm üretilmesi gerekmektedir.
Bu kaygı ve ufuk çizgisiyle Ekoloji Kolektifi olarak elinizde tuttuğunuz Paris Anlaşması metnini tercüme ederek bilginin kamusallaşmasına ve katılım mekanizmasının işlemesine yönelik bir adım atıyoruz. Her ne kadar bu anlaşma 2020 yılında yürürlüğe girecek olsa da bu tarihe kadar hem Türkiye’nin hem de dünyanın diğer devletlerinin atması gereken çok önemli ve acil adımlar var. Bu adımların hayat bulması için iklim değişikliğinden en çok etkilenecek toplumların sesini daha güçlü çıkartması gerekiyor. Bunun için de ülkemizin adil bir enerji dönüşümüne adım atması, bütçesinde iklim değişikliği çözümlerine ve önlenemeyen etkiler için uyuma pay ayırması, teknolojide yenilikçi adımlara yönelmesi, yaşanan iklim afetlerinin hukuki sorumluluk alt yapısını oluşturması, başta halk sağlığı ve iklim değişikliğinin birinci dereceden müsebbibi olan kömür olmak üzere fosil yakıtlara dayalı enerji üretim sistemlerinden uzaklaşması önemli ve öncelikli adımlardır. Bu adımların atılması sürecinde Türkiye bir yandan da 2020’de Paris Anlaşması’nın yürürlüğe gireceği COP26 zirvesi için adaylık süreci içine girmiştir. Bu sürece dair eğer samimiysek hem devletin hem de toplumun iklim değişikliğine cevap vermek için hazırlanması gerekmektedir. Devletin tüm kamu yatırım politikalarının iklim değişikliğine uygun yeniden tasarlanması için bölgesel ve ulusal kalkınma planları, çevre düzeni planları ve her ölçekteki kent planları revize edilmelidir. Piyasa mekanizmalarının AB örneğindeki gibi çökmesi ve anlamsızlaşması karşısında karbon vergisi gibi yeşil bir vergi reformu gündeme gelmelidir. Bu bağlamda kentsel ve kırsal alanda, toplumsal adalet ve eşitlik perspektifiyle ekolojik bir yaşam için Paris Anlaşması çevirisinin bu süreçte yürütülecek tartışmalarda kullanılması ümidini taşıyoruz. Paris Anlaşması metnini Türkiye’deki iklim değişikliği ve adalet tartışmalarına bir kaldıraç görevi görmesi umuduyla ekte sunuyoruz.
30.12.2015
Ankara