Birleşmiş Milletler İklim Konferansı (COP21) öncesinde Türkiye’yi temsilen Bakan İdris Güllüce, Kasım ayında Paris’te şöyle demişti: “Temel önceliğimiz olan 2 derece hedefine ulaşılması, azaltım istekliliğinin arttırılması ile sağlanabilir. Gelişmekte olan ülkelerin iklim ve sürdürülebilir kalkınma hedeflerini gerçekleştirebilmeleri için, gelişmiş ülkelerin teknoloji transferi ve finans mekanizmaları konusunda desteklerini artırmaları önemlidir.”
Türkiye’nin finansal destek ve teknoloji transferi beklentisi, Paris İklim Konferansı’na sunulan “niyet edilen ulusal katkı”ya da (INDC) yansıdı. Türkiye OECD ülkesi olarak gelişmiş bir ülke sayılmasına rağmen, iklim değişikliği sürecinde gelişmekte olan bir ülke olduğu tezini işleyerek bugüne kadar yükümlülük üstlenmekten kaçındı. Kyoto Protokolü sürecinde de benzer bir pozisyon takınmıştı. Şimdi de gelişmekte olan bir ülke olduğu tezine yaslanarak iklim kriziyle baş etmek için finansal destek bekliyor. Paris Anlaşması sürecinde Türkiye’nin bu özel koşullarına dair beklentisi yerine gelmediyse de bu beklentinin müzakere edilmesinin kapısının kapanmadığı aşikar.
COP 21 zirvesinden hemen sonra da Türkiye’yi Paris’te ‘Baş Müzakereci’ sıfatıyla temsil eden Prof. Dr. Mehmet Emin Birpınar Türkiye’nin anlaşma sonrasında izleyeceği yol haritasına dair açıklamalar yaptı ve bu konuda bir yazı yazdı. Yüksek bürokrasi katında iklim değişikliğinin gündem haline gelmesi için COP 26’nın Türkiye’de yapılmasına yönelik bir irade Paris’te beyan edilmişti. Bu irade beyanına hala devam ediliyor, hatta zirvenin Antalya’da yapılması dillendiriliyor. Kongre turizmini de canlandıracak bir biçimde ilgi toplamaya yönelik bu girişim bir yanıyla da bürokratik zeminde işlerin ne kadar da güç ilerlediğine işaret ediyordu.
Sayın Birpınar’ın Milliyet Gazetesi’nde yayınladığı yazısının ilk bölümünde de yine gelişmiş ülke ve gelişmekte olan ülke ayrımına dayalı olarak farklılaşan sorumluluklar doğrultusunda, külfetlerin adil paylaştırılması gerektiği vurgulanıyordu. Gelişmekte olan ülkelerin, rüzgar ve güneş gibi yenilenebilir enerjiye yatırım yapması, termik santrallerden uzak durması için gelişmiş ülkelere “bize kaynak sağlamanız lazım, kredi açmanız lazım” mesajını ilettiğini vurguluyordu.
Gelişmiş ülke teknoloji üretebilen ülkedir, transfer eden değil. Türkiye’nin teknoloji transferine odaklanması, teknoloji transferi için finansal destek ve kredi desteği arıyor olması gerçeğini ele veriyor.
Oysa, ‘emisyon takip sistemi’ni ve izleme birimlerini kurumsal düzeyde hayata geçirmeye çalışan, enerji yatırımlarının sosyal-ekolojik maliyetleri de gözeten kümülatif etki değerlendirmesiyle yapılması gerektiğine yönelik yüksek yargı kararlarının hayat bulduğu bir Türkiye’nin pozisyonu enerjide yenilikçilik, adalet ve hakkaniyet temelinde inşa edilmelidir. Hele hele mevcut dünya konjonktürü karşısında termik santral teknolojisi transferinin ve kömür yakmanın gelişme belirtisi olmayacağı da açıktır. Enerjide verimliliği, sürdürülebilirliği esas alan bir yaklaşım, şirketlerin doğayı kirletmesi pahasına karlılığına, sosyal ve ekolojik maliyetleri ötelemesine yönelik termik santral projelerini bu eksende esas alamaz.
Bu bağlamda Sayın Birpınar’ın Paris Anlaşması sonrası değerlendirmesinin şu satırlarının Türkiye için de söylenmiş olduğunu varsaymak, işin resmi temsil düzeyinde iklim krizine gerekli politik ciddiyetle yaklaşılması açısından önemlidir:
“Evet, anlaşmada herhangi bir yaptırım yok, fakat ülkeler üzerlerine düşen sorumluluğu yerine getirmezse doğanın yaptırımı daha ağır olacak. Şimdi iç savaş, terör ve yoksulluktan dolayı meydana gelen göçler ve mülteci krizleri yakın zamanda iklim değişikliği sebebiyle olursa kimse şaşırmasın. Ülkeler sadece kendi çıkarını değil yeryüzünün ortak çıkarını düşünerek hareket ettiği takdirde tehlikenin bertaraf edilme ihtimali güçlenecektir. Aksi takdirde gelecek nesillere ne içebilecekleri bir su, ne ciğerlerine çekebilecekleri bir hava, ne de verim alabilecekleri bir toprak kalacak.”
Bu önermelerin politik bir karşılık bulması ve hukuken bağlayıcı belgeler haline gelmesi için Türkiye’nin ekonomik-sosyal gelişme motivasyonuna yönelik köklü bir dönüşüm gerekiyor. Yık ve yeniden yap ekseninde gelişen, hızlı ve kolay para kazanmaya odaklı inşaat gibi sektörlerden beslenen sermaye birikim pratikleri, sürekli devlet teşvikleriyle büyüme alışkanlıkları, yenilikçi teknolojiler yerine ucuz hammadde ve ucuz iş gücüne dayalı sektörler üzerinden büyüme, fosil yakıtlara dayalı kalkınma dönemi kapanmazsa, Türkiye bu önermelerin kısa süre içinde muhatabı olmak zorunda kalacak.
Tabii ki sermaye her daim hızlı ve kolay para kazanmaya yönelik eğilim içinde oldu. Ancak, bunun maliyetlerinin altından kalkılamayacağı ortaya çıktı. Demokratik bir planlama anlayışına yaslanmayan bir gelişme politikasından vazgeçmek için tüm üretim ve tüketim motivasyonumuzu mevcut ekolojik krize göre yeniden gözden geçirmek zorundayız. Enerji şirketlerinin aşırı karlılığını esas alan fosil yakıta dayalı enerji sistemlerinden uzaklaşmamız gerekiyor. Doğanın olanaklarını ve sınırlarını bu krizi gözeterek yeniden ve dikkatli bir biçimde sınamalıyız. Toplumsal adaletsizlik ve eşitsizliklerin asgariye indirilmesi için katılımcı yönetim biçimleri geliştirmeliyiz. Gıdanın, suyun, havanın, ekmeğin hakça paylaşılabileceği mekanizmaların önümüzdeki zaman zarfının temel sorunu olacağını bilerek tüm kalkınma politikalarının iklim değişikliği gözetilerek yapılandırılmasını sağlayabilmeliyiz.
Bu konuda yargıya taşınan termik santral davalarında, enerji sektöründeki yatırımların diğer sektörlere maliyetlerini de gözeten bir kümülatif etkiyle hesaplanması gerektiği tartışmaları yürüyor. Bu tartışmalar, bu anlamıyla hukuk yaratacak bir derinliğe erişmiş durumda. Şimdi sıra tüm devlet kurumlarının ve yatırımların sera gazı emisyonlarını gözeten bir gözle yeniden yapılandırılmasında. Mümkün mü? Mümkün.
Açılış Fotoğrafı: Mehmet Emin Birpinar COP21 müzakerelerinde. Fotoğraf @Mbirpinar Twitter hesabından 9 Aralık’ta paylaşıldı.