Paris’te bir anlaşmaya dönüşmesi niyetiyle üzerinde çalışılan taslak metin etrafında geçtiğimiz hafta ortaya çıkan en önemli mesele, küresel sıcaklık artışlarını şimdiye kadar telaffuz edilen 2C derece yerine 1.5C derecede durdurmak üzerine.
Sivil toplum kuruluşları ile iklim bilimi çalışan akademisyenler tarafından yaklaşık son üç yıldır gündeme getirilen 1.5C derece hedefi, iklim kırılganlığı yüksek ülkelerin 2C derecelik sıcaklık artışı durumunda hayati sonuçlarla karşılaşacaklarını vurguluyordu.
Müzakereler sürecinin ilk haftasında, bunun taraflar nezdinde gündeme gelebilmesindeki en büyük etmen kuşkusuz V20 olarak da bilinen Climate Vulnerable Forum altında birleşmiş, iklim kırılganlığı en yüksek 20 ülkenin 1.5C derece hedefini vurgulayan kampanyaları ile – yoksul ülkeler olmalarına rağmen – 2030 yılı için iddialı dekarbonizasyon ve %100 yenilenebilir enerji hedeflerini ortaya koymalarıydı. V20 eylemlerini takiben, ev sahibi Fransa da bu talebi destekleyerek Paris’te 1.5C derece hedefinin kabul görmesi için gelişmiş ülkelere öncülük etti.
1.5C hedefi, ülkelerin küresel sıcaklık artışına yaptıkları karbon salım katkılarını daha hızlı ve sistematik bir biçimde azaltmaları anlamına geliyor. Tercümesi: ekonomik büyüme planlarını karbon salımını sınırlamayan bir gerçeklik içinde yapmış ülkelerin sert bir U dönüşü yapması gerekiyor.
Paris sürecinin ikinci haftasında bir düğüm olarak karşımıza çıkan sorun da bu farklılaşma. Farklı şartlara sahip, farklı sosyo-ekonomik, jeo-politik konumlardaki 190’dan farklı ülke delegasyonu aynı masa etrafında oturup herkesin farklı olduğunu kabul ederek, herkesin eşit haklara sahip olabileceği bir iklim rejimi oluşturabilecekler mi?
Konferansın sona ermesine 5 gün kala 1.5C derece hedefi, ülke delegasyonları tarafından genel geçer bir kabul gördü diyebiliriz –Suudi Arabistan ve petrole dayalı Körfez ülkeleri dışında. Ancak bu hedefin kabul görmesi, farklı koşullardaki ülkelerin bu hedefi gerçekleştirmek için gereken uzun vadeli dekarbonizasyon hedefleri için taahütte bulunacakları anlamına gelmiyor.
Halihazırda üzerinde konuşulan metin, esasında 1997 yılında imzalanan Kyoto Protokolü’nü temel alıyor ve son 18 yıldaki konjonktürel gelişmeler – pek tabii ki – bu metnin bir parçası değil. Ülkelerin gelişmişlik durumlarındaki değişimler da keza öyle. Mevcut metinde “gelişmiş ülke” tanımı yer alıyor ve fakat “gelişmekte olan ülke” tanımı net değil. 1997 yılında ortaya çıkmış esneklikten yoksun metin, 2015 yılının radikal bir biçimde değişmiş iklimleri ve ekonomik dinamiklerini karşılamaya yetmiyor.
Özellikle de Brezilya, Arjantin, Çin, Hindistan, Türkiye gibi sanayiileşmeye dayalı hızlı büyüme hedefleri ile küresel finansal dalgalanmalara karşı daha fazla risk altında olan ülkelerin iddialı iklim taahütleri vermekte pek de yardımcı olduğu söylenemez. Geçiş ekonomisi olarak da adlandırabileceğimiz, orta düzey gelir sınıfındaki gelişmekte olan bu ülkeler bir yandan yatırım çekebilmek için yüksek – ve gerçekçi olmayan – karbon salımlarına sınır getirmeyen bir dünyada yaptıkları fosil yakıt merkezli ve bol karbonlu büyüme hedefleri ortaya koyarken, diğer bir yandan uzun vadeli karbon azaltım hedefi koymaya çekiniyorlar.
Talepleri, gelişmiş ve küresel iklim değişikliğinin tarihi sorumluluğuna sahip ülkelerin finansal destek sağlaması ve farklı konumlarının dikkate alındığı, kendilerini yolun ortasında bırakmayacak bir anlaşma. Bu ülkelerden Paris sürecinde beklenen ise, finansal desteğin sağlandığı şartlarda ortaya koyacakları dekarbonizasyona geçiş yol haritasını samimiyetle ortaya koymaları ve yapıcı bir güven ortamına katkı sağlamaları.
Son 30 yılda atmosfere sera gazı pompalayarak devleşen gelişmiş ekonomilere gelirsek… Amerika’nın başını çektiği bu ülkelerden beklenen, yalnızca hızlıca karbondan arınma politikaları benimsemeleri değil, aynı zamanda yüksek iklim kırılganlığı olan yoksul ülkelere adaptasyon, gelişmekte olan ülkelere ise karbon azaltımları için destek ihtiyacı duydukları finansı sağlamak.
Bu gelişmiş ülkelerin yılda 100.000USD taban değerinde iklim finansmanı havuzu oluşturmaları talep ediliyor ama Paris’in ikinci haftasına girdiğimiz şu günlerde finans konusu net bir karara bağlanmış değil.
Gelelim esas soruya: Paris’ten çıkacak anlaşma belgesi, gelişmiş ülkeler dışındakilerin bugünkü ve gelecekteki farklılaşmalarını dikkate alacak şekilde esnek ve adil mi olacak? Yoksa küresel neo-liberal politikaların izinde, Dünya vatandaşlarının bir kısmını yok olma tehdidiyle geride bırakmaya razı olan, formalite icabı ortalıkta dolaşan bir diğer belge mi olacak? Bu sorunun cevabını önümüzdeki günlerde göreceğiz.
İkinci seçenekle karşı karşıya geldiğimiz durumda, insanlığın evriminde adalet anlayışının sera gazlarıyla birlikte atmosfere karışıp insanlığı egosuna hapsettiğini kabul etmemiz beklenecek. Halbuki Paris hiçbir şeyin sonu değil, yalnızca küresel durum analizini ortaya koyan bir dönüm noktası. Ve bizler adalet anlayışından uzak bir Dünya’yı kabullenmeyip mücadele etmeye devam edeceğiz.