Ana amacı insan kaynaklı iklim değişikliğinin olumsuz etkilerini engelleyebilmek adına uluslararası bir mücadele ortaya koymak olan Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS) kapsamındaki Kyoto Protokolü sera gazı salımlarına yönelik küresel bir piyasanın da doğuşuna sebep oldu. Bu piyasa “emisyon ticareti” veya “karbon ticareti” olarak da biliniyor. Tam bu noktada Kyoto Protokolü’nün kümülatif sera gazı salımlarının mutlak şekilde azaltılması amacını taşıdığını akılda tutalım, birazdan ihtiyaç duyacağız.
Kyoto Protokolü, ekinde (Ek-1) adı geçen (görece sanayileşmiş ve gelişmiş) 40 ülkenin protokol çerçevesindeki sera gazı salım azaltım yükümlülüklerini yerine getirebilmeleri için çeşitli esneklikler tanınmaktaydı. Çok kaba bir tabirle bunu şöyle açıklayabiliriz: gelişmiş ülkeler, kendi sera gazı salım azaltım sorumluluklarının bir kısmını – bu esneklik mekanizmaları yardımı ile gelişmekte olan – ülkelerdeki sera gazı azaltım sonucu doğuran projelerden elde edilmiş ‘azaltım kredileri’ni satın alarak yerine getirmiş oldular.
Bu sistemin özünde gerçekleşmesi beklenen şey, gelişmekte olan ülkelerde normal şartlarda farklı sebeplerden (finansman/kapasite/teknoloji eksikliği vb.) uygulan(a)mayacak (additional) ve normal şartlarda daha fazla sera gazı salımı sonucu doğuracak projelere kıyasla daha az salıma sebebiyet verecek projelerin gerçekleştirilmesi; böylelikle de belirli bir miktar (artıştan) azaltım yapılmasıdır.
Aracı şirketlerce hesaplanan, izlenen ve doğrulanan (Volkswagen’in dahi hile hurda yaptığı bir dünyadayız) bu miktarlar kredilendirilmeye hak kazanınca karbon piyasasında işlem görebilecek hale gelir. Gelişmiş bir ülke 10X azaltım yükümlülüğüne sahipse, bu yükümlülüğünün 6X’ini kendi ülkesinde azaltıma giderek, 4X’lik miktarı da karbon azaltım kredilerini satın alarak farklı coğrafyalardan tedarik ederek yerine getirebilir.
Piyasa mantığı çerçevesinde arz ve talebin bu kredilerin fiyatını en optimal şekilde belirleyeceği de varsayımlar arasındadır. Sahi dünya üzerinde arz/talep üzerinden gezegenin sürdürülebilirliğine engel olmayacak şekilde optimal fiyat belirlenebilen bir meta bilen var mı?
Buraya kadar her şey teoride işliyor gibi gözükebilir. Lakin gerçekteki deneyimler ve rakamlar buna işaret etmiyor. ABD’yi Kyoto’ya imza atmaya ikna etmek için (yine ABD öncülüğünde) öne sürülen piyasa mekanizması mantığı, ABD Kyoto’ya yanaşmayınca Avrupa Birliği’nin azaltım politikalarında adeta donanmanın baş gemisi olmuştu. Ancak, AB Emisyon Ticaret Sistemi’nin (EU ETS) ilk iki uygulama dönemindeki (görkemli) çöküşleri hafızalarda…
Fiyatların neden ve nasıl dibe vurduğu konusu apayrı bir yazı konusu. EU ETS’in üçüncü uygulama döneminde de ayakta tutulması için bir dizi kapsamlı reform devreye sokulmuştu. Kyoto esneklik mekanizmaları çerçevesinde dönen yolsuzluk hikâyelerinin yalnızca hikâye olmaktan çıkıp INTERPOL ve EUROPOL raporlarına organize suç olarak gireli çok oluyor.
Sistemin özünde yatan “yeni değer yaratma” (additionality) iddiasının göreceliliği bir kenara, yapılan bilimsel araştırmalar gelişmekte olan ülkelerde üzerinden karbon kredisi tedarik edilen çoğu projenin normal koşullarda da “zaten” yapılacağı belirtiliyor.
Dahası sırf azaltım kredisinden edinilecek gelir için sera gazı salımını arttıran (Çin’de ve Rusya’da örnekler çokça mevcut) sektörler bulunuyor. Bu durumun küresel sera gazı salımlarını azaltmak şöyle dursun, arttırdığı da bilimsel makalelerde yerini almış bir gerçek. Saymakla bitmeyecek olumsuz etkilere örnek olarak yaşadıkları ve geçindikleri topraklarından olan yerel halkları, can suyu kesilen yaşam alanlarını ve ekosistemleri vermek mümkün.
İklim değişikliğindeki tarihsel sorumluluğun ve kirletmeye devam edebilme özgürlüğünün – adaletsizlikleri arttıracak şekilde – gelişmekte olan ülkelere aktarılmasını sağlayan bu mantık nasıl devam edebiliyor? Tüm bunlara rağmen neden karbon ticareti neden popülerliğini yitirmiyor? 2015 itibari ile 40 ulusal 20’nin üzerinde yerel bir çeşit emisyon ticaret sisteminin hayata geçmiş/geçmek üzere olmasını; BMİDÇS taraf ülkelerinden (Türkiye dahil) yaklaşık 80’inin ulusal katkı niyet planlarında (INDCs) piyasa mekanizmalarından yararlanmaktan bahsetmesini neye bağlayabiliriz? Yanıt gayet basit: ekonomi!
Karbon ticaret sistemleri logaritmik olarak hacmi artan bir piyasa ekonomisi yarattı. Bunun (Dünya Bankası verilerine göre) 50 milyar doları bulduğundan bahsedebiliriz. Bu durum nihai olarak sözleşme ve protokol amaçlarına hizmet etmiyor olsa da karbon ticaretinin sahiplenilmesine yol açıyor.
Paris’te tarihin en kritik iklim değişikliği zirvesi dünyanın dört bir yanındaki iklim adaleti protestoları ile başlamak üzere… BMİDÇS müzakerelerinde bu mantığın savunuculuğunu yapanların karbon ticaretinden gelir elde edenler olduğunu bilmek sizleri şaşırtmaz sanırım.
Gevşek bir denetime tabii tutulan piyasa mekanizmalarının yeni piyasalar, yeni aktörler, yeni ticaret yolları, yeni eşitsizlikler yaratmak dışında bir başka işe yarayabileceği bir dünya düzeninde yaşamadığımız aşikâr. Yolsuzluk, politik çıkar ilişkileri, etkisiz denetim, iklim değişikliği ile mücadele konusundaki zayıf irade ekseninde karbon ticaretinin sözleşmenin ve protokolün nihai hedefi olan kümülatif sera gazı salımlarında mutlak azaltıma yol açmayacağı; dolayısı ile iklim değişikliği ile mücadelede geçerli bir politik tedbir olamayacağını halklar ve akademisyenler yıllardır ifade ediyorlar. İlgilenenler içinse konuyla ilgili devasa bir akademik literatür mevcut.
Bitirirken kritik görüşleri iyi özetleyeceğini düşündüğüm 2010 yılında Bolivya’da gerçekleştirilen Cochabamba Halkların İklim Değişikliği Konferansı’nın konuyla ilgili deklarasyonunu hatırlayalım: “Karbon ticareti dâhil tüm sahte çözümleri, sorumluluklardan kaçmak için kirletme hakkının satılmasını, satın alınabilmesini, karbondan farazi bir meta yaratılmasını reddediyoruz. Dünya ana üzerindeki yaşam satın alınamaz veya satılamaz; ama onarılabilir ve savunulabilir!” Emin olun bunu Paris sokaklarında ve COP21 koridorlarında sıkça duyacağız.
“Günün sonunda karbon ticareti iklim değişikliği ile mücadelede işe yaramadığı gibi zaten var olan eşitsizlik ve adaletsizlikleri yeniden üretiyor ve dahi çoğaltıyor. İklim değişikliği ile mücadelenin tek yolu olan mutlak sera gazı azaltımı yükümlülüğünden kaçışa olanak tanıyacak tüm çözümler yanıltıcı ve adaletsizdir.”
Politika tedbirlerinin tamamının “politik seçimler” olduğunu; içinde yaşamın olduğu hiçbir denklemin tepeden inen “tekno-yönetimsel dayatmalarla” veyahut “uzman tahakkümü” ile çözülemeyeceğini unutmamak, unutturmamak dileğiyle…
Bu yazı yazarın bir dünya vatandaşı olarak şahsi görüşleridir, ilişkili olduğu kurum ve kuruluşları bağlamaz. Yazıda geçen örneklere dair akademik çalışmaların etki faktörü yüksek saygın yayınlarda yer bulan referanslarını memnuniyetle paylaşırım: [email protected]