Türkiye, iklim değişikliği krizi konusunda hukuki yükümlülük altına girmeyi kabul eden bir adım attı. Bu adım, Birleşmiş Milletler iklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin amacını gerçekleştirmeye dönük olarak Paris’te gerçekleştirilen iklim zirvesinin hemen öncesinde geldi. Sözleşmenin amacı olan, ekosistemlerin iklim değişikliğine uyumunu sağlama, gıda üretiminin zarar görmesini engelleme ve ekonomik kalkınmanın sürdürülebilir biçimde devamını gerçekleştirecek bir zaman dilimine uygun olarak, iklim rejimine ulusal katkısını beyan etti.
Bu irade beyanının ulusal ve uluslararası hukuk açısından önemli sonuçları olacağını beklemek gerekir. Türkiye, iklim değişikliği konusunda bugüne kadar bir karbon emisyonu azaltım hedefi içinde olmamıştı. Şimdi ilk kez resmi düzeyde bir azaltım hedefi koydu.
Bu azaltım hedefinin tutturulması için de Türkiye İklim Değişikliği Stratejisi (2010-2023) ve İklim Değişikliği Eylem Planı’nın (2011-2023) yol gösterici nitelikte olacağı bu “iklim değişikliği niyet beyanında” vurgulanmış.
Bugüne kadar, sanayi uygarlığının yarattığı kirlilik konusunda öncelikle gelişmiş ülkelerin adım atmasını bekleyen Türkiye’nin, iklim rejimine katılma konusunda son yıllarda birkaç şeyi bir arada gerçekleştirdiğini söylemek mümkün.
İklim rejimine katılmak için Türkiye, uluslararası sözleşmelere taraf olmasının ötesinde, idari örgütlenmesini tamamlamak için son yıllarda çeşitli adımlar attı. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Çevre Yönetimi Genel Müdürlüğü altında İklim Değişikliği Dairesi Başkanlığı oluşturuldu. Birleşmiş Milletler Çerçeve Sözleşmesi’nin uygulanmasına yönelik yine Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın eşgüdümüyle 2013 yılında “İklim Değişikliği ve Hava Yönetimi Koordinasyon Kurulu” yeniden oluşturuldu.
Kurul, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın eşgüdümünde, Avrupa Birliği, Bilim, Sanayi ve Teknoloji, Dışişleri, Ekonomi, Enerji ve Tabii Kaynaklar, Gıda, Tarım ve Hayvancılık, İçişleri, Kalkınma, Maliye, Milli Eğitim, Orman ve Su İşleri, Sağlık, Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlıkları’nın Müsteşarları, Hazine Müsteşarı, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Başkanı, Türk Sanayici ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) ve Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği (MÜSİAD) genel sekreterlerinin katılımıyla oluşturulmuştu.
Sadece Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın değil, sermayeyi temsil eden meslek örgütlerinin ve diğer Bakanlıkların da kurulda olması, iklim değişikliği konusunda merkezi yönetimin sorumluluğunun kabul edildiğini ortaya koyuyordu.
Kurul tarafından oluşturulan ve azaltım hedeflerini de içeren Türkiye iklim değişikliği niyet beyanı da iklim değişikliğine özgü idari teşkilatlanmanın ortaya koyduğu en önemli ilk belge oldu. Bu belgeyi önemli kılan şey ise Türkiye’nin bir azaltım hedefi koymuş olmasıydı.
Türkiye’nin azaltım hedefini açıkladığı Çevre ve Şehircilik Bakanlığı basın duyurusuna göre, “Olağan senaryoda 2030 yılı itibariyle 1 milyar 175 milyon ton olarak öngörülen toplam sera gazı emisyonları, azaltım senaryosunda 929 milyon ton olacaktır ve bu azaltım %21 oranına tekabül etmektedir.”
Bu rakamların bilimsel ve politik içeriği bir yana, ulusal hedefin tutturulmasına yönelik bugünden yarına bir strateji ve eylem planı hazırlanarak bu hedefin tutturulabileceğinin kabul edilmesi, hukuki açıdan çok önemli.
Bu anlamda, Türkiye’nin iklim rejimi içinde yer alma gayreti, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bağlayıcı bir hukuki süreç tanımlamasına yol açtı. Bu hedeflerin tutturulabilmesi için bugün atılması gereken adımlar var.
Emisyon takip sisteminin kurulması, Türkiye’nin azaltım hedefini tutturabilmesi için oluşturulan hukuki yol haritasının önemli bir noktasını oluşturuyor. Türkiye’de karbon salımına yol açan işletme halindeki veya izin sürecindeki tüm faaliyetleri kapsayacak bir takip mekanizması için şirketler 2016 yılından itibaren harekete geçmek zorunda kalacak.
Sera Gazı Emisyonları’nın Takibi Hakkında Yönetmelik (2014) ve Sera Gazı Emisyonlarının İzlenmesi ve Raporlanması Hakkında Tebliğ (2014) uyarınca kirletici sanayi alanlarında bu mevzuata tabi faaliyetler ve işletmeleri bu sisteme dahil edilecek. Böylece sektörel düzeyde karbon emisyonlarının ne olduğu bilgisinden daha ayrıntılı bilgiye ulaşılacak. Özellikle enerji, tarım ve sanayi alanlarında bu verilere dayalı olarak yeniden bir planlama yaklaşımı geliştirilmesi gerekecek.
Türkiye’de il-ilçe veya sanayi havzası ölçeğinde yatırımların veya işletmelerin tek tek karbon salım miktarının ne olduğu bilinmiyor. Bu nedenle de enerji, tarım ve sanayi alanlarında toplam karbon emisyon miktarının ekosisteme yaptığı baskının boyutu tam olarak ortaya konulamıyor.
Yeni yatırımlara yönelik izin aşamasında da, gelişigüzel verilen izinler nedeniyle iklim değişikliğini önleme hedefinin tutturulup tutturulmayacağını ölçmek olanaksızlaşıyor.
Örneğin, EPDK tarafından Çanakkale, İzmir-Aliağa, Zonguldak-Bartın, Adana-Mersin-İskenderun hatlarında verilen kömürlü termik lisanlarının toplam karbon emisyonunu tespit etmeden verilen lisanlar olduğu çok açık. Bu bağlamda kömürlü bu santrallerin toplam ekolojik maliyetinin ne olduğunu izlemek ve öngörmek mümkün değil.
İdarenin verdiği bu izinlerin, çevrenin korunması ile sürdürülebilir kalkınma arasında denge oluşturmaya yönelik olup olmadığı dahi tespit edilemiyor. Bu nedenlerle açılan davalarda tam da bu belirsizliğe yol açan lisanslar hakkında iptal kararları çıkıyor.
Emisyon takip sistemiyle birlikte yatırımlara verilecek her iznin, Türkiye’nin azaltım hedefleriyle uyumlu olması amaçlanacak. İzni veren idarenin, önceden belirlenen hedefler uyarınca bir bölgenin toplam karbon kapasitesinin ne olduğunu tespit etmesi mümkün olacak. İdare buna göre o bölgede ne hacimde bir faaliyete izin vereceğine karar verme gücüne kavuşacak. Aksi takdirde, Türkiye için bağlayıcı olan azaltım hedeflerinin gerçekleştirmesini esas almayan her türlü izin bu hedeflerin önünde engel haline gelecek.