Paris’teki Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Zirvesi’ni köprüden önceki son çıkış diye tanımlamak yanlış olmaz. Nam-ı diğer COP 21’de alınacak kararlar ve ortaya çıkacak çerçeve anlaşmayla iklim değişikliğinin ve dolayısıyla dünya üzerindeki her tür yaşamın yakın gelecekteki durumu belirlenecek. Kısaca, insanlık ekolojik dengeyi ilgilendiren kararların alınacağı bir dönemeçte. Karar demişken, dünya üzerindeki tüm canlılar hakkında son sözü, her zaman olduğu gibi ülkelerin temsilcisi bir grup siyasi elit söyleyecek.
Biliyoruz ki, bu bir grup siyasi – ve ekonomik – elitin masada tartıştığı konu karbon salımı ve iklim değişikliği olsa da, öncelikleri büyümeye bağlı ekonomik modele zarar gelmemesi olacak. Ekolojik sömürüyü had safhaya taşıyan bu modeli iktidarlarının son damlasına kadar savunacaklar.
Öte yandan, yine biliyoruz ki, insanı ve ekolojiyi hayatın merkezinde tutanlar da buna izin vermemek için ellerinden geleni yapmaya devam edecek. İklim Adaleti Hareketi (İAH) adıyla küresel boyutta uzun zamandır ilmek ilmek örülen bu şemsiye hareket ağının birçok başarısı bulunmakta.
Öncelikle iklim değişikliğinin dünyanın en büyük sorunlarından biri olduğunu, üstüne üstlük bu sorunun insan eliyle yaratıldığı gerçeğini kamuoyunun ve siyasetin gündemine sokmayı başardı. Öyle ki, başından beri iklim değişikliği konusunda kulağının üzerine yatan iş ve siyaset dünyasının elitlerini – en azından bir kısmını – bile bir şeylerin yapılmasının gerekli olduğuna ikna edebildi.
Dahası, ilk bakışta elle tutulmaz, gözle görülmez olan küresel ısınma ve iklim değişikliğini ete kemiğe büründürdü. Nasıl mı? Artan sayı ve şiddetteki sel, kasırga, deniz seviyelerindeki yükselme, kuraklık gibi felaketlerin ana nedeninin iklim değişikliği olduğunu anlatarak.
Ancak, İklim Adaleti Hareketi’nin sürekli, yaygın ve etkin hale gelebilmesi için önünde kat edilmesi gereken uzun bir yol bulunmakta. Zira, yapılanları zaman içinde elde edilen görece başarılar olarak değerlendirip, bunların hiç birinin henüz yeterli seviyede olmadığını kabul etmek gerek. Zaten özeleştirisini yapan İAH de, özellikle 2009 Kopenhag zirvesinde yaşanan hayal kırıklığının ardından stratejisinde bazı değişiklikler yaptı. İklim aktivistleri sadece belirli aralıklarla bir araya gelerek, iklim zirveleri öncesinde ve sırasındaki eylemleri yoluyla baskı kurmanın işe yaramadığına karar verdi. Çünkü, ulus-devlet temsilcileri bu zirvelere gelene kadar kararlarını çoktan vermiş olduğundan, ümit bağlanan toplantılar malumun ilanından öteye geçemiyordu.
Bu durum karşısında, İAH’ın temel hedefleri şunlar oldu: iklim değişikliği mobilizasyonunu kesintisiz şeklinde canlı tutma, yerel ile olan ilişkisini kuvvetlendirme ve var olan ekoloji mücadelelerini ve adaletsizlik temelli meseleleri kapsayacak ana bir “iklim adaleti” çerçevesi üzerinden hareket etme.
12-13 Kasım tarihleri arasında İstanbul’da düzenlenen İklim Forumu’nu da küresel-yerel eksenleri birbirine bağlayarak ilerleyen İAH’nin Türkiye ayağında atılmış önemli bir adım olarak değerlendirmek gerekir. İklim İçin kampanyasının bir parçası olarak düzenlenen forumdaki toplam 55 panel ve sondaki genel foruma toplamda 2500’den fazla kişi katıldı. Bu rakamın daha önceki birçok iklim değişikliği protestolarına katılan kalabalıkların sayısını bile aştığı düşünüldüğünde, nicelik olarak önemli bir aşama kaydedildiği açıkça görülmekte.
Ancak forumun daha da belirgin olan başarısı, Türkiye’de belki de ilk kez bu kadar sayıda farklı hareket grubu ve STK’nın iklim değişikliği üzerine bir araya gelmesi oldu. Kadın, LGBTİ ve üniversite gruplarından Yeşil Yol, HESler ve kömür/termik santral karşıtları gibi yerel ekoloji mücadelelerine ve bilim insanlarına kadar farklı aktörler iklim değişikliğinin nedenlerini, etkilerini, kendi meseleleriyle olan bağlantılarını ve ortak mücadele biçimlerini düşünüp, tartıştı.
Burada parantez açarak iklim değişikliği karşıtları içinde var olan bir ayrışmadan söz etmekte yarar var. Her ne kadar iklim değişikliğini durdurmak isteyenler sorun hakkında hemfikir olsa da, meseleyi halletmek için önerdikleri alternatifler konusunda fikir birliği içerisinde değiller.
Basitçe bir tasnifle bir tarafta iklim değişikliğinin büyümeye dayalı bir ekonomik modelle, “sürdürülebilir kalkınma” adı altında, sadece yenilenebilir enerji kaynaklarına geçerek durdurulabileceğini iddia edenler bulunmakta. Öbür tarafta ise ekolojik tahribata karşı yürürlükte olan ekonomik sistemi sorgulayan ve alternatif üretenler…
Kısaca, ağırlıkla toplumsal hareketler tarafından dile getirilen bu ikinci görüş, haklı gerekçelerle “İklimi değil, sistemi değiştir” diyerek yeni bir ekonomik sistemi düşünmeden iklim değişikliğini durdurmanın imkansız olduğunu söylemekte.
Toplumsal hareketlerin ağırlıkta olduğu bir forumun açılış konuşmacıları arasında bir tür ‘yeşil büyüme’ ekonomisini savunan Columbia Üniversitesi Yeryüzü Enstitüsü Direktörü ve Birleşmiş Milletler Danışmanı Jeffrey Sachs’a yer vermek ilginç bir seçimmiş gibi dursa da, aslında bir imkanı da beraberinde getirmekteydi. Sosyal forumların bazı temel kriterler çerçevesinde farklı görüşlerin birbirleriyle çarpıştığı, konuştuğu, anlaştığı veya anlaşamadığı alanlar olduğu düşünüldüğünde, bu iki farklı görüşü savunanlar birbirleriyle tartışma imkanını yakalayabilirlerdi. Ama ne yazık ki, “yağmurdan kaçarken, doluya tutulma” sözünden bihaber Sachs, iklim değişikliğine karşı nükleer enerjiyi de ciddi bir alternatif olarak sunduğu konuşmasını yaptı. Hemen sonraki panelde, “yeni bir iktisadı” ve “planlı küçülmeyi” düşünmemiz gerektiğini söyleyen Prof. Fikret Adaman kendisine bazı eleştiriler yönelttiğinde, Sachs çoktan forum alanını terk etmişti bile.
İklim Forumu’nun sağladığı bir diğer imkan da, oldukça fazla sayıda olmalarına rağmen gayet dağınık bir şekilde yollarına devam eden yerel ekoloji hareketlerini iklim değişikliği çerçevesinde bir araya getirmesi oldu. Mesela, Kuzey Ormanları Savunması (KOS) aktivistlerinin 3. Köprü, 3. Havaalanı ve Kanal İstanbul gibi mega projeler üçlemesinin ormansızlaşma ve karbon salımı gibi olumsuz etkileriyle sadece İstanbul’u ve Marmara Bölgesi’ni değil, yerküreyi tehdit ettiğini belirtmesi, ekolojik sorunların nasıl iç içe geçmiş olduğunun çok güzel bir özeti gibiydi.
Bir diğer ilgi çekici buluşma da kömür ve termik santral karşıtı yerel hareket temsilcilerinin katıldığı oturum oldu. Bursa, Çanakkale, Adana-Mersin, Muğla, Gerze ve Şırnak’taki yerel/bölgesel kömür karşıtı hareketler hem bölgelerindeki yeni termik santral projelerini hem de bugüne kadar verdikleri mücadelelerin çeşitli boyutlarını birbirleriyle paylaştılar. Ancak, sonuç olarak bu hareketlerin hemen yarın mücadelelerini ortak bir şekilde sürdürmesini beklemek yanıltıcı olur. Zira, yine sosyal forumun işleyişine bakıldığında, hazır reçetelerin öğrenilip/öğretilmesinden çok, ortak noktaların zaman içerisinde karşılıklı olarak oluşturulduğunu ve şekillendirildiğini görürüz. İstanbul’daki İklim Forumu’nu da bu ortaklaşmalarının ilk adımlarının atıldığı zemin olarak değerlendirmek gerekir.
Diğer yandan, iklim değişikliğini bugüne kadar pek de gündemlerine sokmayan grupların, konuyu toplumsal cinsiyetten demokratikleşmeye kadar farklı yönleriyle ele almaları ve kendi meseleleriyle ilişkilendirmeleri, iklim hareketinin Türkiye ayağının kapsayıcılığı açısından umut vadeden bir gelişmeydi. Küresel İklim Değişikliği Üzerine İslam Bildirgesi’nin imzalanma süreç ve nedenlerini anlatan Prof. İbrahim Özdemir’in muhafazakar kesimin içinden iklim adaletiyle ilgili muhalif seslerin çıkabileceğini göstermesi açısından katkısı oldu.
Burada eksik olan ise sendikaların yetersiz katılımıydı. Hem kömür madenlerindeki iş cinayetlerinden – kömür kullanımı sonucunda ortaya çıkan – karbon salımına uzanan zincirin kurulması, hem de sanayide öngörülen değişimin işçiler üzerindeki olası etkilerini tartışmak için işçi sendikalarının böylesine bir forumda daha çok temsil edilmesi çok önemliydi.
Artık çok fazla zamanımız olmadığını biliyoruz. Çözüm için İklim Adaleti Hareketi’nin olabildiğince hız ve süreklilikte yerelleşmesi ve yaygınlaşmasından başka da bir ümidimiz yok. İstanbul İklim Forumu’nu bu yolda olumlu ve önemli bir başlangıç olarak görmek gerekir.