Bu yazı 12-13 Kasım 2015 tarihlerindeki İklim İçin Forumu’nda yapılan aynı adlı oturumdaki sunum ve tartışmaların kaleme alınmış halidir. Oturumdaki tartışmaya katkıda bulunan katılımcılara teşekkürlerimizle.
Müşterekler kavramı son yıllarda hem akademik yazın ve tartışmalarda yoğun bir şekilde kullanılmaya, hem de toplumsal muhalefet ve özellikle ekoloji hareketleri içinde sıkça telaffuz edilmeye başlandı. Ancak, geniş bir kesim ve farklı aktörler tarafından kullanılan müşterekler mefhumu birbirinden oldukça farklı, hatta bazen son derece zıt anlayışlara dayanıyor.
Bu farklı yaklaşımlar müştereklere dair geliştirilebilecek politikalar açısından da farklı pozisyonlar ifade ediyor. Bu nedenle de müşterekler kavramına farklı yaklaşımların kısa bir özetiyle başlamayı uygun bulduk.
Müşterekler üzerine akademik yazının ve toplumsal tahayyülün Garrett Hardin’in meşhum trajedi anlatısının baskınlığıyla şekillenmiş olduğunu söylemek heralde yanlış olmaz. Hardin “Müştereklerin Trajedisi” isimli makalesinde, tükenebilir bir kaynağın ortak kullanımının kaçınılmaz olarak kaynağın aşırı kullanımına yol açacağını savunur. Zira bireyler kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmeye güdülenmiştir, ortak varlığın niteliğine ve onu kullanan grubun geneline maliyetler getirecek olsa da bireysel kullanımlarını kısıtlamazlar.Hardin’e göre ortak kullanımın sürdürülebilirliği imkansızdır; meseleye ya merkezi otorite el koymalı ve söz konusu varlığın kullanımına dair kurallar koyup kontrol etmelidir, ya da ortak kullanım yerine iyi tanımlanmış bir özel mülkiyet sistemi tesis edilmelidir.
Hardin’in bu anlatısına en kuvvetli eleştiri müşterekler üzerine çalışmalarıyla ekonomi alanında Nobel de alan Elinor Ostrom’dan geldi. Bu hattaki çalışmalar, yerel toplulukların özel mülkiyet veya merkezi otoriteye muhtaç olmadan, kendi kendilerine ortak varlıkların kullanımlarına dair kurallar ve kontrol mekanizmaları tesis edebildiğini ve aşırı kullanımı engelleyebildiğini gösterdi. Bu bağlamda özellikle de toplumsal norm ve kuralların bireysel ekonomik çıkarlar kadar önemli ve bağlayıcı olabileceğini vurguladılar.
Ancak, Ostromcu çerçevenin ciddi kısıtları olduğunu yadsıyamayız: bireylerin kendi toplamlarının fazlası bir toplumsallığa sahip olduklarını veya müşterek varlıklarla fayda sağlanacak bir kaynak olmanın ötesinde ilişkiler kurabileceklerinden bahsetmek çok da mümkün değil.
Öte yandan, bu yaklaşım müştereklerin içerisinde konumlandığı ekonomi-politik yapıları yok sayıyor, dolayısıyla da sermaye süreçleri ve iktidar ilişkilerinin müşterekleri nasıl şekillendirdiğini ya görmezden geliyor ya da steril bir çözümlemenin nesnesi yapıyor.
Tam da bu noktada, müştereklere dair daha eski ve köklü bir yazına dönmekte fayda var: Marx ve ilkel birikim. Marx, müşterekleri tarihsel olarak kapitalist birikimi önceleyen ve onu mümkün kılan çitleme pratikleri bağlamında tartışır. Ortak kullanılan otlaklar, ormanlar ve tarım arazileri gibi müştereklerin özel mülkiyet altına alınmasının, hem bu varlıkların sermayeye dönüştürülmesini hem de üreticilerin üretim araçlarından koparılarak proleterleştirilmesini –yani kapitalizmin iki önkoşulunu– mümkün kıldığını anlatır.
Başka bir deyişle, kapitalizmin kökenlerinde el koyma, talan, çitleme ve şiddet içeren bu ilkel birikim süreçleri yatar. Bu tartışmayı güncelleştiren Marxist gelenek (özellikle David Harvey’nin “mülksüzleştirme yoluyla birikim” kavramı ve Otonomist Marxist’lerin çalışmalarıyla), ilkel birikimin ve çitlemelerin kapitalizm öncesi dönemle sınırlı düşünülemeyeceğini ve müştereklerin çitlenmesi yoluyla birikimin kapitalizmin güncel veçhelerine de ne kadar içkin olduğunu vurguluyor.
Müştereklere dair akademik yazını bir tarafa bırakıp kavramın ekoloji mücadeleleri bağlamında nasıl dile geldiğine bakacak olursak, öne çıkan ilk boyut kuşkusuz müştereklerin bir kaynağın ötesinde anlamlar ve değerler ifade ettiği. Dolayısıyla, müştereklerin sadece toplumun çıkar ilişkisi kurduğu varlıklar olmadığını, toplum ve doğanın karşılıklılık ilkesiyle birbirini yeniden ürettiği bir ilişki içerisinde konumlandırıldığını görüyoruz.
Örneğin, HES mücadelelerinde su, nehirler ve vadiler etrafında şekillenen müşterekler mefhumu ekonomik çıkarlar için kullanılan ve sadece bu anlamda değer kazanan bir kaynağa indirgenemez. Aksine bu mücadelelerde ortaya çıkan söylem suyun hem insanların hem de – ve belki de daha önemli olarak – tüm canlıların ortak zenginliği olduğuna vurgu yapıyor; ekonomik faydalarındansa su etrafında şekillenen bir hayat ve toplumsallık biçimiyle savunuluyor; kişisel ve toplumsal hatıralar ve araçsallaştırılamayacak değerlerden dem vuruluyor. Benzer ifadeleri ekoloji mücadelesinin konusu olan (veya olmuş olan) meralar, ormanlar ve daha genel anlamda yaşam alanlarının savunusunda da görüyoruz.
Bu açıdan önemli bir nokta müştereklerin sadece yerel ve sınırlı bir kullanıcı grubunun zenginliği olarak değil, daha geniş anlamda bir ortaklığa vurguyla dile getirilebildiğidir. Bu sayede genişletilen müştereklik ekseni mücadelenin öznelerinin tanımını ve ortaklaşma hattını da genişletebiliyor.
Bu açıdan özellikle 3. Boğaz Köprüsü ve Ilısu Barajı mücadeleleri çarpıcıdır. 3. Köprü mücadelesi bağlamında özellikle İstanbul’un kültürel değerine yapılan vurgu İstanbul dışında yaşayanlarla da bir ortaklaşmayı çağırmaktaydı. Burada savunulan kentsel müşterekler mefhumunun, doğrudan kullanıcıları aşan bir iştirakçiler tanımıyla genişletildiğini söylemek mümkün. Benzer şekilde Ilısu Barajı mücadelesinde Hasankeyf’in tüm insanlığın tarihsel mirası ve ortak kültürel ve ekolojik zenginliği olduğu öne çıkarılarak müşterekliğin ekseni yerelden küresele kaydırılmış ve sınırötesi ortaklaşmaların da önü açılmıştı.
Ancak, genel olarak bakıldığında, Türkiye’de yerel ekoloji mücadelelerinin en aciliyet arzeden müşterek olan iklimi sorunsallaştırmadığını söylemek mümkün. Örneğin, Türkiye’deki termik karşıtı hareketler bir müşterekler dili ve mücadelesi inşaa etmelerine rağmen, iklimi bu dil ve mücadelenin bir parçası yapmıyorlar.
Bu mücadeleler dar anlamda sadece “kendi” müştereklerini savunuyor olmasalar bile, karşı çıktıkları projelerin iklim üzerindeki etkilerini mücadelelerinin temel bir halkası yapmaktan, bu yolla yerel müştereklerin (hava) aslen küresel niteliğini vurgulamaktan ve mücadelenin olası öznelerini genişletmekten de uzaklar. 3. Köprü ve Ilısu mücadelelerinde gördüğümüz eksen genişletmeyi iklim mücadelesi bağlamında göremiyor olmamızın nedenleri ne olabilir?
Elbette bu soruya hazır cevaplarımız yok. Ancak, bazı genel tespitlerde bulunmak ve fikir yürütmek mümkün.
İklim değişikliğinin büyük, belirsiz ve karmaşık bir kavram olması, hem iklimsel süreçlerin hem de bu süreçlere dair bilginin karmaşıklığı iklim değişikliğini günlük yaşamdan mesafelendiriyor. Buna ek olarak, bir bacadan çıkan duman veya suyu hapsedecek borular gibi bir somutluğa bürünemeyen iklim meselesinin yakıcılığı kolay farkedilmiyor.
İklim değişikliğinin sorumlularını, yani hesap sorulacak hedefin kim olduğunu somutlaştırmanın zorluğu mobilize olmaya ket vuran bir etken. Bununla ilintili olarak iklim değişikliğinin neden adaletsizlik olduğu ve “iklim adaleti” kavramını somutlama konusunda Türkiye’deki tartışmaların genel olarak yetersiz kalmış olması da önemli bir unsur.
Bu genel tespitlerden hareketle dikkat çekmek istediğimiz iki nokta var. Bunlardan birincisi, Türkiye’de iklim değişikliğinin bir “yüzü” olması gerektiği. Bizce iklim değişikliğine neden olan pratiklerin de, iklim değişikliğinin etkilerinin de gözle görülebilir hale getirilmesi müşterekler mücadelesinin yerel-küresel eksende genişletilebilmesine yardımcı olacaktır.
İkinci olarak, Türkiye’deki yerel mücadelelerin hem birbirleriyle hem de sınırötesi mücadelelerle bağlantılanmasının önemini vurgulamak istiyoruz. Bu tür bir ilişkilenmeler hem yerel mücadelelerin tikelliklerini aşmasına ve adalet taleplerini genişletmesine önayak olabilecek, hem de iklim adaleti kavramını tartışmaya açıp “buralılaştırma”ya katkıda bulunacaktır.