Küresel iklim değişimi geri döndürülemez bir noktaya yaklaşıyor:
Uluslararası Enerji Ajansı‘na göre, 2017 yılında sahip olacağımız enerji altyapısı, bizi 2 derecelik küresel ısınma güzergahına geri dönüşsüz biçimde sokacak. Yani o andan itibaren, sıfır-emisyon olanlar haricinde, yeni santral, fabrika veya diğer altyapı inşaatı yapacak karbon bütçemiz kalmayacak. Öte yandan, IPCC‘nin böyle-gelmiş-böyle-gider (business-as-usual) senaryolarına bakılırsa, tüm karbon bütçemizi 2045 itibariyle kullanmış olacağız. Yani eğer seragazı emisyonlarını doğal akışına bırakırsak, 2045’te şalteri tamamen indirmek dışında hiçbir hareket alanımız kalmayacak.
Bildiğimiz anlamda dünya, neredeyse hepimiz hayattayken köklü bir biçimde değişecek: ya dünyevi bir cehennemin kapıları açılacak önümüzde, ya da bizler her şeyi önümüzdeki on yıl içerisinde değiştireceğiz.
Küresel ısınmada bir devrilme noktasından kaçınmak için bilimsel gerek koşul, bilinen fosil yakıt rezervlerinin yaklaşık yüzde 80’inin yer altında bırakılması. Bunun bir anlamı, 1.1 trilyon dolar değerinde petrol yatırımının önümüzdeki on yılda çöpe gitmesi.
Dünyanın en büyük şirketlerinin iflas etmesi demek olan bu ölçekte bir dönüşümü düşünürken daima kömür madeni işçisi Bayram Çakan’ın 13 Mayıs 2014’te gerçekleşen Soma katliamı ardından söylediklerini başlangıç noktası olarak alıyorum: [Muhabirin “Madene tekrar inecek misiniz?” sorusu üstüne] “Girmeliyim… Bankaya kredi borcum var” demişti.
Çakan’ın bu samimi yanıtının yalnızca iki yönüne odaklanacağım.
Birincisi, bahsettiğimiz köklü toplumsal dönüşüm için, tüm kapitalist sistemi karşımıza almamız lazım. Bu da, Çakan’ın hayatta kalma mücadelesini içermemiz demek. Zira, bir grup duyarlı çevrecinin balinaları kurtarmasına benzemiyor maalesef karşı karşıya olduğumuz krizin boyutları. Hem nicelik hem de nitelik olarak farklı bir toplumsal hareketi tahayyül etmek zorundayız. Tarihsel olarak, radikal toplumsal değişim getiren hareketler, çeşitli toplumsal sınıfları ve bu sınıfların farklı öncelik ve kaygılarını içeren geniş kapsamlı ittifaklar ve talepler gerektiriyor.
Böylece iklim adaleti bir bakıma Soma’da sırf hayatta kalabilmek için ölüm madenlerine katliamın hemen ardından dahi girmeyi planlayan Çakan’ın mücadelesiyle de başlıyor. İklim adaleti talebi, Çakan gibi milyonların kredi kartı borçlarını içermeli. Bunu sadece ahlaki bir önerme olarak okumayın. Kömür madenlerinde, otomobil fabrikalarında, petrol rafinelerinde çalışan milyonlarca işçiyi dahil etmeden bu mücadeleyi kazanmamızın pratik olarak mümkün olmadığını söylüyorum.
İkinci nokta ise, Soma’daki madenin katliamdan sadece birkaç ay sonra yeniden açılmasıyla dikkatimi çekti. Ekoloji mücadelelerinin onlarca yıldır vurguladığı kamu sağlığı, hava kirliliği, türlerin yok oluşu, sürdürülebilirlik gibi argümanların karşısına konan ve sıklıkla da yalanlara dayanan “iş imkanı” argümanı, yerel halk arasında bir ayrışmaya yol açabiliyor. Önümüzdeki on yıl içinde yaşanacak ekosistem yıkımına mı, haftaya ödenecek elektrik faturasına mı odaklanacağımız arasında bir ikilem sunuluyor.
Oysa bu ikilem kapitalizm açısından geçersizdir. Kapitalistler “Acaba bugün doğal kaynakları mı sömürsek yoksa emekçileri mi sömürsek?” diye sormuyorlar. “Çevre mi emek mi?” sorusuna gür sesle “İkisi birden!” diye yanıt veriyorlar, “İkisini de son damlasına kadar sömürelim.”
Mevcut sosyo-ekonomik sistemin doğaya ve emeğe bu açık saldırısını parçalı olarak görmek savunma örmemizi zorlaştırıyor. Aksine, bizim de kapitalizmin bu bütüncül bakış açısından ders alıp “Hem ekolojik adalet, hem sosyal adalet!” dememizde fayda görüyorum.
Bu kaygılardan hareketle öncelikle İngiltere ve Güney Afrika’da başlayıp ardından Norveç, Kanada, ABD, Filipinler, Mauritius, Portekiz, Slovenya gibi birçok başka ülkeye yayılan İklim İstihdamı (Climate Jobs) kampanyaları, çevre adaleti hareketleriyle işçi mücadelesini birleştiriyor. Ana hatlarıyla özetleyecek olursam, bu kampanyalar:
Sendikaların ve işçi örgütlerinin desteğiyle kampanya, bir yandan işsizlik ve güvencesizlik sorunlarına eğilirken bir yandan da iklim kriziyle mücadele perspektifini toplumsal muhalefetin merkezine yerleştirmeyi amaçlıyor.
Türkiye’de AKP ile çığırdan çıkan ekonomik büyüme için büyüme furyasının bedellerini hem kent hem kır halkları derinden hissetmeye başladı. Bunun karşılığını HES, nükleer ve termik santral karşıtı hareketlerde ve Gezi ayaklanmasıyla niteliksel bir sıçrama yaşayan Kent Savunması hareketlerinde görüyoruz. Bu anlamda, ekolojik yıkımın ekonomik kaygılara baskın gelmesiyle, çevre adaleti hareketinin orta sınıf karakterini çoktan aşmış olduğunu söyleyebiliriz.
Yine de kaygılar kıyasına dayalı bu yaklaşımın sınırlarına ulaşmakta olduğumuzu da seziyorum. Gezi ayaklanmasını ülkenin ekonomik kalkınmasına karşı dış lobilerin tetiklediği bir komplo olarak yorumlayanların görüş darlığını sadece partizanlıkla açıklamak ve günün birinde hayatta gazetelerin yayınladığı ekonomik parametrelerden başka şeyler de olduğunu fark edivereceklerini ummak gerçekçi değil. Yanlış anlamayın, gerçekçi olmayan, bu tip bir dönüşümün önümüzdeki birkaç yıl içinde kendiliğinden ve kitlesel ölçekte gerçekleşmesi. Zira yazının başında değindiğim iklim krizinin “son teslim tarihi” bu kişilerin desteğini gerçekten de birkaç yıl içinde kazanmamızı gerektiriyor.
Türkiye’de iklim adaleti savunucuları şimdiye kadar verili konjonktüre kıyasla olağanüstü bir iş çıkardılar ve çıkarmaya devam ediyorlar. 15 Mayıs 2016’da Aliağa’da gerçekleşecek kömür karşıtı eylemle birlikte, fosil yakıtlardan kurtulma mücadelesinde vites yükseltmenin hazırlıklarını yaparken aklımızın bir kenarında tutmamız için özetle şu soruları öneriyorum:
Sinan Eden iklim adaleti aktivisti ve “İklim Krizi ve Yaptırmamak” kitabının yazarıdır.