• özlem ışıl
  • Yorum yapılmamış

İklim Adaleti ve Ataleti Arasında Sıkışmış Madrid İklim Zirvesi

Sinan Erensü

Mercator IPM Araştırmacısı


Bir Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi (COP 25) daha geride kaldı. Şili Başkanlığında Madrid’te yapılan bu yılki zirvenin gündemi aslında çok da yoğun değildi, sonuçlarına dair fazla bir beklenti de yoktu. COP25’in, Paris Anlaşması’nın tam anlamıyla yürürlüğe gireceği 2020 yılında Glascow’da düzenlenecek olan COP26 öncesi yapılan düşük yoğunluklu bir yol temizliğinden ibaret olması bekleniyordu. Buna karşın, son ana kadar sonuçsuz dağılma tehlikesi yaşayan ve beklenenden neredeyse 48 saat geç sonlanan zirve, beklentilerin çok ötesinde bir hayal kırıklığı yarattı ve iklim krizi ile mücadele adına taş üstüne taş koymadan bitmiş oldu. “Harekete geçme zamanı” (time for action) sloganı ile toplanan COP25’in ve en kirletici ülkelerin aslında pek de hareket niyetlerinin olmadığını kanıtlarcasına zirve ataletle sonuçlandı.

Tüm bu hayal kırıklığına rağmen, COP 25’in ataletle sonuçlanmasına nedeni üzerinde durmak iklim krizinin aslında iklim meselesinin çok ötesine geçen bir paylaşım krizi olduğunu (bir kez daha) idrak etmemiz, meseleyi iklim adaleti şiarına bükebilmemiz için fırsatlar sunuyor. Keza, Zirveyi kilitleyen kalemlere hızlıca baktığımızda bunların iklim değişikliğinin ne olduğuna dair değil, değişikliğin yükünün nasıl omuzlanması gerektiğine dair anlaşmazlıklardan kaynaklandığını görüyoruz.

Örneğin bu kalemlerden bir tanesi iklim değişikliği kaynaklı kayıp ve zararların nasıl telafi edileceğine yönelikti. Geri döndürülmesi imkânsız kayıplar ve tamir edilmesi hala mümkün olan zararlara işaret eden “kayıp ve zararlar” kavramı değişen iklim ve yükselen su seviyelerinden en fazla etkilenen ada devletleri ve az kalkınmış ülkeler tarafında gündemde tutuluyor ve gelişmiş ülkelerin iklim değişikliğine dair tarihi sorumluluğuna işaret ediyor. İklim müzakerelerinin ilk yıllarından beri gündemde olan kayıp ve zararlar tabiri 2013 yılında Varşova Uluslararası Kayıp ve Zararlar Mekanizması vesilesiyle tanınmış, Paris Anlaşması’na da büyük mücadeleler sonucu ve “herhangi bir yükümlülük ve tazminata temel teşkil etmez” şartı not düşülerek girebilmişti. Lakin İklim adaleti talebinin uluslararası bağlamda bam telini teşkil eden kayıp ve zararlar meselesinin nasıl halledileceği, kayıp ve zararlar için var olan hibe, yardım ve finansman kaynaklarından bağımsız yeni bir mali kanalın nasıl açılacağı ve son olarak hangi ülkelerin kayıp ve zararlarının tanınacağı (örneğin Güney Amerika ülkeleri ve Güney Afrika’da bu kategoride olmak istiyorlar) gibi gündemler hala çözülmeyi bekliyor. COP25 kayıp ve zararların çözümü konusunda hiçbir yeni adım atamadığı gibi kimi uzmanlara göre daha temkinli bir dil geliştirmiş oldu.

COP25’i kilitleyen bir diğer mesele de karbon ticaretini ve onu düzenlemesi beklenen Paris Anlaşması’nın ünlü 6. Maddesiydi. İklim ve çevre alanını takip edenlerin bildiği üzere, karbon ticareti, fazla salım yapan ülkelerin az salım yapan ülkelerin dolduramadıkları karbon salım kotalarını satın alarak kendi borçlarını kapatma prensibine dayanıyor. Bu yöntem hem karbonun metalaşması sorununu beraberinde getirdiği, hem fosil yakıt kullanımının mutlak bir biçimde önüne geçilmesini yavaşlattığı, hem de çifte hesaplama sorunu doğurduğu için haklı olarak çok eleştirildi ve artık, en azından kâğıt üstünde, etkin bir çözüm yöntemi olarak görülmekten çıktı. Lakin hala uygulama kavramın kaybettiği prestiji yansıyacak şekilde güncellenmiş değil. Karbon ticareti gündemden düşmemekle birlikte iklim zirvesine asıl damgasını vuran tartışma gelişmiş devletlerin geçmişten gününe biriktirilmiş oldukları karbon ofsetlerine, yani diğer bir değişle satın aldıkları karbon salma haklarına, sahip çıkmak, bu birikimleri Paris Anlaşması sonrası döneme taşımak istemelerinden kaynaklanıyor. İklim krizi ile mücadeleyi mutlak azaltım yerine, karbon ticaretinde görmek isteyen gelişmiş ülkeler (karbon ticaretinden ciddi gelir elde eden finans kuruluşlarını da zikretmek lazım) aslında COP24 Katoviçe’den bu yıla sarkan karbon ticareti meselesini bu yıl da çözdürmemiş ve gelecek yıl Glascow’da yapılacak zirveye taşımış oldu.

Belirtilmeli ki bu ertelemeler ve sarkmalar sadece çözülememiş konuları değil iklim krizi gündemini bütün olarak sürüncemede bırakıyor. İklim adaletini doğrudan etkileyen konularda yaşanan ayak direme, iklim değişikliği ile mücadele hedeflerinin genel olarak iddiasız kalması sorununu da beraberinde getiriyor. Öyle ki, zirvenin sonlarını doğru basına sızan karar taslaklarından birinde ülkelerin iklim hedeflerini iyileştirme iradesi göstermesi gibi aslında hiçbir bağlayıcılığı olmayan bir iyi niyet ifadesini bile imzalamak istemedikleri öğrenilmişti. Bu pozisyon, bereket ki, zirve sonunda kırılmış olsa da iklim siyasetine hâkim olan atalet, isteksizlik ve iradesizlik de bir kez daha kanıtlanmış oldu.

Elbette bu iradesizlik ve atalet bir rastlantı değil, küresel gelişmelerle birebir alakalı. Örneğin, COP25’in ilk olarak Brezilya’da yapılmasının planlandığı, Brezilya’nın yeni sağcı hükümetinin bu plandan hızla çekildiği, yerine gönüllü olan Şili’nin de neoliberalleşme karşıtı eylemler dolayısıyla COP ev sahipliğini son dakikada İspanya’ya bırakmak zorunda kalmasını tüm bu küresel bağlamı anlamak adına not etmek gerekiyor. Dürüst olmak gerekirse, milliyetçi otoriter (ve hatta ırkçı ve faşist) hareketlerin dünya siyasetine hızla hâkim olduğu, kamucu kazanımların ve müştereklerin zemin kaybettiği bir bağlamda Birleşmiş Milletler nezdinde yürüyen bir yapıdan korumacı, iddialı ve ilerici bir atılım beklemek belki de hayalperestlik olurdu. Dünya’nın birçok farklı ülkesinde farklı yüzünü gördüğümüz sağ popülizm dalganın en önemli özelliklerinden çevre alanına karşı takındığı son derece düşmanca tavır. Yaşam hakkını ancak milletin, devletin ve liderin devamlılığı ve bakasından gören ve dolayısıyla çevre adaleti ve koruma kazanımlarını yıpratmayı, bu kazanımları güvenlikçi politikalara malzeme ve mühimmat yapmayı meşru gören sağ popülizm iklim krizini küçümseme ve hatta yok sayma eğilimini körüklüyor. İklim değişikliğini geniş kitleler önünde ‘küreselci bir aldatmaca!’ olarak yaftalayan bu sağ popülist yaklaşımlar, 200 ülkenin katılım gösterdiği çok taraflı Birleşmiş Milletler zirvesinde piyasacı çözümleri dayatmaktan geri durmuyor, iklim krizinin en kırılgan faillerinin taleplerini kolayca göz ardı edebiliyorlar. COP25’de de anlaşmazlık konularının en sıkı ayak direyeninin Paris Anlaşması’ndan çıkma adımı atan ABD ve Trump yönetimi ve süreci içeride kalarak baltalama kararı alan Brezilya’nın yeni Bolsenaro hükümeti olduğu dillendiriliyor.

Tüm bu karanlık tablonun yanına konulacak umut verici gelişmeler yok değil. Düşük yoğunluklu geçmesi beklenen ve buna rağmen hüsran yaratmayı başarabilen bu zirve çok sayıda eyleme de ev sahipliği yapmış oldu. Sivil toplum örgütleri ve iklim aktivistleri zirve alanı içerisinde net bir varlık gösterdiler, gerek düzenledikleri etkinlikler, gerek izinli ve izinsiz eylemleri ile zirveyi en azından sözleri ile etkilemeyi başardılar. Eylemler ancak akredite katılımcıların girebildiği zirve alanının dışına da çıktı, Madrid sokaklarında yüzbinler iklim adaleti şiarı ile yürüdü. Bu eylemliliğin zirvenin son düzlükte kıtasının değişmesine ve dolayısıyla Güney Amerikalı aktivistlerin beklenenin altında bir katılım göstermesine rağmen, olduğunu da not etmek gerekiyor. Gitgide ana akımlaşan iklim adaleti talebi ile iklim zirvelerinin mesafeli ve atalete hapsolmuş mesafeli dili arasındaki makas gitgide açılıyor ve bu açıklık artık göze batıyor. İklim krizi ile baş etmek için Birleşmiş Milletler çatısı altında sürdürülen zirveleri büsbütün yok sayamasak yahut onları radikal bir biçimde değiştiremesek de, bu alanda en etkili sözü artık devletler, diplomatlar ve hatta bilim insanları değil ergenler, çevre aktivistleri ve yerli halklar söylüyor. Tutunacağımız iklim adaleti dalı en başta onların eylem ve kelamları olmalı.

Yazar özlem ışıl