• Ceren Gamze Yaşar
  • Yorum yapılmamış

Körler ülkesinde kadercilik, dönüşüm ve iklim

Ülkenin mahşeri gündeminden artakalan zamanlarda aklımıza gelen ikincil gündemlerin başında geliyor kentsel dönüşüm. En son Kadıköy adı sıklıkla geçiyor kentsel dönüşüm haberlerinde ve tartışmalarında. “Lokomotifi” inşaat sektörü olan ekonomimiz, dev bir belediye gibi ve İstanbul odaklı yönetilen ülkemiz, konutu en büyük güvence ve yatırım aracı olarak gören çalışan emekçi sınıfımız, inşaat ve turizmden başka bir alana yatırım yapmayan sermaye ile kentsel dönüşümün öne çıkmaması düşünülemezdi.

Ülkenin mahşeri gündeminden artakalan zamanlarda aklımıza gelen ikincil gündemlerin başında geliyor kentsel dönüşüm. En son Kadıköy adı sıklıkla geçiyor kentsel dönüşüm haberlerinde ve tartışmalarında. “Lokomotifi” inşaat sektörü olan ekonomimiz, dev bir belediye gibi ve İstanbul odaklı yönetilen ülkemiz, konutu en büyük güvence ve yatırım aracı olarak gören çalışan emekçi sınıfımız, inşaat ve turizmden başka bir alana yatırım yapmayan sermaye ile kentsel dönüşümün öne çıkmaması düşünülemezdi. Bu toz duman içinde, kentler, merkezler ve mahalleler yıkılıp yeniden yapılıyor. Kentsel dönüşüm bu değil demeyeceğim; kanun koyucular, uygulayıcılar, yerel yönetimler, kentsel politikacılar bu ismi uygun görmüş. Kahvelerde bu isimle özetleniyor beklentiler, günlerde bu isimle anılıyor evi müteahhitte verip iki daire alma umudu… Elitist analizlerin aksine kömürle değil imar hakkıyla ve kentsel dönüşüm vaadiyle kendine bağlamış iktidar zaten kitleleri, biz neden başka bir isim koyalım? Yalnız bir noktaya değinmeden geçemeyeceğim tabii, kentler sürekli dönüşüm halinde zaten, değişiyor dönüşüyor, parça parça, bütün bütün, burada bahsedilen dönüşümün en dar anlamıyla belirli bir biçimiyle: Yık-Düzle-Yap.

Bu durum yeni değil. Yoksul mahallelerde, kaçak yapılaşma alanlarında, gecekondu alanlarında onyıllardır zaten devam ediyordu dönem dönem artarak, azalarak. Ancak son on yıl içinde yeni bir hal aldı. Artık sadece kaçak yapılaşma alanları, gecekondu alanları “ekonomik ömrü”nü tamamlamış yoksul konut alanları değil, mavi-beyaz yakalı çalışan sınıfların, gelir dağılımını düşünürsek orta sınıfın yaşadığı mahalleler de kentsel dönüşüm alanı ilan edilmiş durumda. Bu konuda çıkan ses biraz da bu yüzden artıyor giderek aslında, çünkü, internete, basına daha çok erişimi olan, daha görünür çalışan sınıflar da artık kentsel dönüşüm muhatabı.

2012’de bir kanun kabul edildi, 6306, ismi uzun, içinde afet riski geçiyor, kentsel dönüşüm geçmiyor. İçeriği ise tam tersi, baştan aşağı yık-düzle-yap’çı kentsel dönüşüm, afet riskinin esamesi okunmuyor. İşte bu dört yıllık kanun artık şehirciliğin kolonsuz kirişsiz tel maşa çatısı artık. Geçirdiğimiz büyük depremlerden ve önlem olarak sadece depremden korkuyor olmamızdan meşruiyetini alan bu kanun yerel yönetimlerin, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın, plan yapabilen bütün kamu kurumlarının başat aracı bugün. Kadıköy’de bugünlerde olan (ve sadece Kadıköy ile sınırlı kalmayan) da tam olarak bu. 6306 nolu kanunda geçen riskli yapıyı ekonomik ömrünü tamamlamış olma sığlığında ve rantçılığında tanımlayan kafa büyükşehirleri, sermayenin beğendiği yerleri parça parça yıkıyor, yeniden yapıyor. Bu ikinci dalga kentsel dönüşüm kentin o kadar da ekonomik ömrünü tamamlamış kısımlarında değil artık. Kadıköy gibi kirası yüksek semtlerde, Acıbadem’de, Ankara’da Yüzyıl’da; ortasınıfların, memurların, öğrencilerin mahallelerinde. Gecekondulu olup da bir koyup üç alan yoksullar da uzak geçmişte kaldı, umutla kentsel dönüşüm bekleyen ortasınıflara duyurulur. Yeni yöntem gecekondu sahibinin arsasını üçotuz paraya toplama, yıkım bedelini ödetme, sonra da nohut oda bakla sofa evler için yirmi yıl borçlandırma.

Biz şehirciler yıllardır planlamayı parçacı diye eleştireduralım, yeni yasa atomu yapıtaşlarına ayırıp patlayan nükleer bomba gibi yapı ölçeğine indiriverdi dönüşümü. Şu an doğrudan Bakanlar Kurulu kararı ve Cumhurbaşkanı imzası ile herhangi bir yapı riskli ilan edilebilir. Türkiye’deki 19 milyon 482 bin hanenin her biri kendi bulunduğu bina için riskli başvurusunda bulunabilir. Bürokrasiyi tamamen kilitleyebilecek Bakanlar Kurulu onaylı bu bireysel başvurular da kentsel dönüşüm dediğimiz şeyin ta kendisi haline gelmekte. Plansız imar hakkıyla büyüyen kentler sorununa mevcut kentsel alanların kontrolsüz ve yapısal kararlar olmadan dönüşümü ekleniyor. Yıkılan her daire yerine 3-4 daire yapılacak şekilde yoğunluk artışına gidiliyor. Bu sırada altyapı, kanalizasyon, yollar, otoparklar, yeşil alanlar, spor alanları, kültürel alanlar, okullar, sağlık ocakları, tüm teknik ve sosyal altyapı önceki nüfus yoğunluğuna göre değişmeden kalıyor. Nefes alınamayacak yoğun, sıkışık kentsel dokular üretiliyor. Söylemde afet riskini azaltmak için yapılan yeni yapılar, yeni mahalleler, artan yoğunluk ve onu desteklemeyen altyapı ile, azalan açık-yeşil alanlar ile çok daha yüksek riskli hale geliyor. Kapatılan ve üstüne yapılaşılan dere yataklarını örneğin her yıl beş-on kez sel basarken, buralar yıkılıp yeniden ve daha çok katlı olarak yapıldığında, selden etkilenen nüfus da artmayacak mı? Sel afet değil miydi sahi? Peki deprem? Malzemeden çalan müteahhitler binalara beşer onar kat ekledikçe, İstanbul yakın gelecekte olacak depremde dev bir mezarlık olmayacak mı? Afet riski aşkına dönüşen kentlerde tek yapılan dar alanda daha çok insanı öldürmek olmayacak mı? İstanbul’un tüm deprem sahaları yapılaşmışken, örneğin Mecidiyeköy’de oturan birinin deprem olursa ve canını o apartman denizinden kurtarabilirse gidebileceği tek yerin Avrupa’nın en büyük AVM’si olmakla övünen Cevahir’in önündeki alt tarafı metro istasyonu olan boşluk ve onun karşısındaki mezarlık olması yeterince durumu açıklıyor. Bu yazıda İstanbul üstünden gittik ama başka şehirlerde de durum öyle şahane değil.

Afetin sadece deprem olarak alınması buna rağmen dönüşüm sırasında deprem riskine yönelik olarak dahi politika üretilmemesi; seller, sıkışık kentsel dokudaki yangınlar, hava, su, toprak kirliliği ve krize dönüşme ihtimalleri derken bir konu daha var ki hiç gündemimize dahi giremiyor. Bu inşaat tozu dumanı arasında, deniz sessiz sessiz kıyıları ele geçiriyor. Bir mit gibi, sürekli duyup hakkında hiç düşünmediğimiz, bize uzak sandığımız iklim değişikliği ile deniz seviyesi her yıl yükseliyor.

Bir araştırmaya göre Türkiye’de kıyı kentlerinde 30 milyonun üstünde nüfus yaşıyor, GSMH’nin %60’ından fazlası ise tek başına Marmara Denizi kuzey kıyılarında yani İstanbul ve Kocaeli illerinde üretiliyor. Türkiye, deniz seviyesinin iklim değişikliğine bağlı yükselmesinde bazı modellere göre az-orta risk altındaki ülkeler arasında, ancak İstanbul yüksek riskli şehirler arasında. 1 metrelik deniz seviyesi yükselişi örneğin (IPCC CZMS 1992 modeline göre) %6’lık bir GSMH kaybına neden olabilir. Türkiye’de deniz seviyesinin halihazırda yükselmekte olduğunu ve ivmelenerek hızlandığını bir de bu konuda hiçbir önlem alınmamış olduğunu, bırakalım altyapı inşasını politika dahi geliştirilmemiş olduğunu düşünürsek durumun ne olduğunu az çok anlarız. Kentler aynı biçimde yapılaşıyor, planlar aynı yaklaşımla iklim riskleri görmezden gelerek yapılıyor, dönüşüm hala ‘yık daha büyüğünü, en büyüğünü yap’ kafasıyla sürüyor, afet sonrası toplanma için de gerekli olan kendimizi yeniden ürettiğimiz açık yeşil alanlar yapılaşıyor.

Burhaniye-Ören, 2015, Ceren Gamze Yaşar]

Kıyı erozyonu, değişen yağış rejimleri, kentte üstü açık toprağın azalıp beton ve asfaltın artmasıyla artan seller, tatlı içme sularının ve tarım topraklarının tuzlanması sorunu, büyük İstanbul depremini korkuyla ve görmezden gelerek beklerken bir yandan ülkece başımıza gelen ve artarak gelmeye devam edecek afetler. Kentler dönüşüyor evet ama rantçı söylem, Yık-Düzle-Yap, daha da yükseğini yap’çı yaklaşım değişmedikçe yaşadığımız afetler insan eliyle felaketlere dönüşmeye artarak devam edecek. Olası İstanbul depreminden, iklim değişikliğinden, kentsel dönüşüm yanlışlarından bahsedenlere klişe biçimde yapılan yorum, “siz de sadece eleştirmeyi biliyorsunuz” olur sıklıkla. Oysa ki her eleştiri çözüme giden yolda atılmış bir adım sayılır, şayet kader kısmetçiler engel olmazsa. Her afet türü için alınabilecek birçok bilinen geliştirilmiş politika ve yöntem var, biz sadece birine örnek verip yazıyı onunla bitirelim. İklim değişikliği ile yükselen deniz seviyesi dedik, bunlara karşı önlem olarak planlı geri-çekilme, binaların giriş kotunu yükseltme ve doğrudan kıyıya yumuşak (peyzaj) ve sert (yapı) müdahalelerle deniz seviyesinden korunaklı hale getirme gibi politikalar hayata geçirilebilir. Neredeyse yurdun dört bir yanı yıkılıp yeniden yapılırken bu çözümler gözetilmiyor, yapılan tüm eleştirilere kulak tıkanıyor ve bilim görmezden geliniyorsa iklim değişikliği ve diğer sebeplerden kaynaklı felaketler kaçınılmazdır.

Giriş Fotoğrafı: Sulukule’de kentsel dönüşüm, 2008, Ceren Gamze Yaşar

Yazar Ceren Gamze Yaşar