• eminbaristarim
  • Yorum yapılmamış

“Doğrusunu söylemek gerekirse şehirlerdeki iklim eylemi olmadan 1,5 derece’ye ulaşamazsınız”-Debra Roberts Röportajı

Debra Roberts, Ekim 2015’te Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) iklim değişikliğinin etkilerini inceleyen ve onlara nasıl uyum sağlanması gerektiği konusunda sentez raporu oluşturan grup olan II. Çalışma Grubu (WGII) eş-yürütücüsü (co-chair) olarak seçildi. IPCC’nin 5. Değerlendirme Raporu’nda (AR5) Kentsel Alanlar bölümünün baş yazarlığını da yapan Roberts şimdilerde 6. Değerlendirme Raporu (AR6) döngüsü için WGII’nin hazırlıklarını sürdürüyor. The Carbon Brief’e Rotterdam’daki Adaptation Futures 2016 konferansı esnasında konuşan Roberts, aynı zamanda Güney Afrika’nın Durban kentindeki eThekwini Belediyesi’ndeki ilk çevresel planlama ve iklim koruma dairesini kuran ve yöneten kişi. Roberts aynı zamanda Durban kentinin ilk baş dayanıklılık (resilience) idarecisi ve şehrin ilk dayanıklılık stratejisinin hazırlanmasının da baş sorumlusu. Kentsel iklim adaleti alanında küresel gelişmeler ve yeni IPCC döngüsünün bu noktadaki rolü hakkında Roberts’a bağlanıyoruz.

Carbon Brief (CB): Uluslararası ölçekte, örneğin seragazı azaltımına kıyasla, iklim değişikliğine uyum konusunun yeterli ilgiyi gördüğünü düşünüyor musunuz?

Debra Roberts (DR): Hayır ve sanırım bu da iklim değişikliği tartışmalarının tarihinden kaynaklanan bir durum. Hatırlıyorum da 10 yıl önce bile tüm sorunu azaltımla çözebileceğimize dair bir inanç vardı. Sanırım bu vaziyet uyumla ilgili tek bir söz bile etseniz bunun seragazı azaltım gündemine ve hedeflerine ihanet olacağına dair bir politik söyleme temel oluşturdu. Bu yüzden de zannediyorum uyum kendine ancak ikincil bir yer buldu. Aynı zamanda kamusal fayda ve toplumsal eşitlik gibi konularda uyum etrafındaki tartışmanın geciktiğini düşünüyorum. Azaltımda olduğu gibi özel sektör girişimleri ve teknolojik müdahalelerle doğrudan ilgili olmadığı için uyumun finansman kaynakları daha muğlak. Bütün bunların bir araya gelerek uyumu azaltımın gölgesinde bıraktığı kanaatindeyim. Öte yandan özellikle de son 10 yıl içerisinde iklim değişikliğine kırılganlığı yüksek ülke ve topluluklardan gelen güçlü hareketlenme sayesinde bu durumun değiştiğini düşünüyorum. Paris, tam olarak pastanın üzerindeki meyve oldu. Biz iki sene önce Güney Afrika delegasyonu olarak küresel uyum hedefinden bahsediyorduk. O zamanlar bu oldukça iddialı bir hedefti. Fakat bugün Paris Anlaşması’nın 7. maddesinde bunu görmek gerçekten meseleyi bağlamış oluyor. Böylelikle [uyum ve azaltım arasındaki] dengesiz saha eşitlenmiş oluyor fakat hâlâ gelişmeleri yakalayabilmek için uyum alanında yapılması gereken çok şey var.

CB: Uyum hakkında bütünüyle yeterli farkındalık olduğunu düşünüyor musunuz? Örneğin, iklim biliminin geri kalanına oranla çok daha az yayınlanmış araştırma mevcut bu alanda. Bu anlamda uyumun azaltımın arka koltuğunda gitmekten çektiğini düşünüyor musunuz?

DR: Çok boyutlu bir argümanımız olması gerekir diye düşünüyorum. Bilim alanında muhtemelen uyuma daha az odaklanmış bir durumla karşı karşıyayız ve zannediyorum ki uyum oldukça bağlam-odaklı bir alan olduğu için buradan genel prensipler veya bir kaideler bütünü çıkarmak oldukça zor. Seragazı azaltımı hakkında ne yapmamız gerektiği oldukça açık. Uyum ise oldukça bağlam-özelinde düşünülmesi gereken ve dolayısıyla pek çok nüans barındıran bir konu. Bu nüansları anlamak için de bir ekstra emek verilmesi gerekiyor. Belki de araştırma anlamında [uyumun geri planda kalmış olduğuna dair] sorunuza cevabım evet ama kentsel alanda çalışan birisi olarak günlük işlerimden hareketle söyleyebilirim ki bizim günden güne uğraştığımız gerçekliğimiz bu. Gerçekten [uyumdan] başka çare yok ve bu yüzden de gerekeni yapmak durumundayız zira büyüyen kentsel mekanlar veya kırılgan kırsal alanlar insanların her daim uyum sağladığını gösteriyor. Temelde uyum ihtiyaçlarıyla kentsel politika arasında – her ne kadar bu şekilde ifade edilmese de veya iklim değişikliği çerçevesinde ele alınmasa da- bir etkileşim var, insanlar uyumun gereklerini zaten yapıyorlar. Bunun hakkında makaleler yazmıyor, bunu araştırmıyor olabilirler ama karşı karşıya olduğumuz ikilem bence bir bakıma bilimin sadece mevcut politikayı yakalamasını değil aynı zamanda uyum alanındaki politika uygulayıcılarının yaptıklarını da yakalaması gerektiğini gösteriyor.

CB: Kimileri sera gazlarını azaltmaktansa sadece iklim değişikliğine uyuma öncelik vermemiz gerektiğini belirtiyor. Bu argümana cevabınız ne olur?

DR: Muhtemelen çok fazla indirgemeci ve doğrusal bir düşünce olduğunu söylerdim onlara. Dünya inanılmaz biçimde karmaşık bir yer. Paris Anlaşması’nın bize öğrettiği de şu ki tam anlamıyla herkes ve her konu masada olmak durumunda. Burada sihirli bir değnek yok – konuları bir arada ele almak durumundayız, esas mesele bu. Paris Anlaşması’ndaki uyum maddesinden gayet iyi biliyoruz ki uyumun azaltım konusundaki hedeflerle ciddi bir ilişkisi var. Uyumun bilhassa pahalı bir şey olduğunu da biliyoruz. Bu yüzden de azaltım konusuna tüm araçlarımızı odaklayıp da zaten kısıtlı olan kaynaklarımızı uyumdan uzaklaştırmanın manalı olmadığı açık. Doğrusu her ikisine de akıllıca yatırım yaparsanız paranızın karşılığını daha iyi alırsınız. Dolayısıyla risk profilinizi azaltmak için seragazı azaltımına yatırım yaparsınız ve kısıtlı kaynaklarla riskin kalanıyla da sürdürülebilir ve eşitlikçi biçimde uğraşmak durumunda kalırsınız. Bence temel mesele şu ki artık basit kararlar yok. Önlemlerin hepsini birden almalısınız ve gerçek zorluk da işte o denklemdeki kim neyi yapıyor, ne zaman ne kimin için yapıyor sorularında yatıyor. Bizim uğraştığımız zorlu manzara bu aslında.

CB: İklim değişikliğinin hangi boyutlarının bilhassa uyum sağlamakta zor olacağını düşünüyorsunuz?

DR: Özellikle iklim değişikliğinin etkilerinin farklı mekanlarda farklı biçimlerde görüleceğinden (herhangi bir verili mekanın özgün coğrafyası ve sosyoekonomik profilinden ötürü) hareketle buna standart bir cevap verilebileceğini sanmıyorum. Sanırım insani gelişme iddiamızla iklim değişikliği gündemi arasındaki en büyük mücadeleyi – Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’nde de ele alındığı gibi- kentleşme alanında göreceğiz. Esasında bizler insanlık tarihindeki en hızlı kentleşme dönemine tanıklık ediyoruz. Bu yüzden de insanları, altyapıları ve ekonomileri belirli coğrafi mekanlarda yoğunlaştırıyoruz ki bunların çoğu ciddi riskler demektir. Bu mekanlar deniz ve akarsu kıyılarında – anlaşılır nedenlerle. Ama sanırım karmaşık etkilerin oluşturduğu bir küme, en çok karmaşık coğrafi mekanlar üzerinde, yani insanlık olarak en büyük yatırımımızın olduğu ve bunları idare etmeye çalıştığımız mekanlar üzerinde etkili olacak. Dolayısıyla şehirleri sadece eşitliğe erişmek ve milyarlarca insanın yaşam kalitesini arttırmak için fırsat yaratan iyileştirmeler için bir sıçrama tahtası olarak görmek değil aynı zamanda bunu da iklim mimarisinin temelleri değişirken yapmak gerekecek. Bu da kentsel alanda ısı dalgaları, altyapıya zarar veren seller, gıda egemenliğini ve güvenliğini olumsuz etkileyen değişmekte olan yağış biçimleriyle başa çıkmak demek. Bu yüzden de kentleşme gündemiyle iklim eylemi gündeminin etkileşimini oldukça çetrefilli olarak görüyorum. Bunları sınır ötesi biçimde fayda sağlayacak şekilde nasıl akıllıca bir araya getiririz, dünya şehirlerini birbirlerinden izole etmeden ve büyük ayrımlar yaratmadan bunu nasıl yaparız; esas mesele bu çünkü iklim değişikliği oldukça zorlu bir jeopolitik durum yaratacak.

CB: Yakın tarihli Paris Anlaşması önceki tartışmalara göre daha da iddialı olan 1,5oC hedefine odaklanmış durumda. Sizin bakış açınızdan biyoenerji ve karbon tutma-saklama (BECCS) gibi negatif emisyon teknolojilerine sırtını yaslayan bu 1,5oC’lik limit ne kadar gerçekçi?

DR: Tekrar şu konuya geliyoruz: Bir değişiklik yaratmak için en akıllıca ve büyük fırsatımız hangisidir? Dolayısıyla, çıtayı yükseltecek ve 1,5oC’yi iklim eylemimizin hedef tahtasına koyacaksak, elimizdeki kaynaklarla en fazla etkiyi nereden sağlayabiliriz? Samimi olmak gerekirse bu sorunun cevabı dünyamızın şehirleridir. Eğer bu yüzyılda gerçekleşecek olan kentleşmeye bakarsak bunun, örneğin Rotterdam’ı oluşturan kentleşmeden, çok farklı olduğunu görebiliriz. Bu [yeni] kentleşme küçük, büyük çapta plansız şehirlerin oluşmasını sağlayacaktır ve bu durumda da soru şudur: Bu yeni şehirleri, geçmişin şehirlerinin tecrübe ettiği karbon-yoğun kalkınma patikalarının üzerinden sıçratacak yeni bir gelişme patikası ne olmalıdır? Bana göre şayet kentlerimizdeki karbon-yoğun bağımlılıktan düşük karbonlu dayanıklı şehirlere geçecek şekilde tamamıyla yeni bir bağlam ve biçimde yeni bir kentleşme yaratabilirsek, o zaman 1,5oC eğrisini istediğimiz yöne bükebiliriz demektir. Doğrusunu söylemek gerekirse şehir ölçeğinde iklim eylemi olmadan 1,5oC’ye ulaşamazsınız. Bu yüzden de esas soru iklim koruma tartışmasını nasıl kentleştireceğimiz sorusudur ve bunun Paris Anlaşması’nın bize bıraktığı büyük meselelerden biri olduğunu düşünüyorum.

CB: Biraz geri saralım. IPCC’nin (Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli) yeni bir başkanı, yeni bir liderlik kadrosu var ve AR6 (6. Değerlendirme Raporu) için kapsam belirleme toplantıları kısa sürede başlıyor. Bunu IPCC için bir yenilik olarak görüyor musunuz?

DR: Önce bir düzeltme: aslında 6. Değerlendirme Raporu için kapsam belirleme-toplantılarına henüz başlamadık, 1,5oC özel raporuyla çok meşgulüz bu aralar zira o süreç henüz başlamak üzere. IPCC hakkında kiminle konuşsam muhteşem, fantastik bir tarihi olduğunu ama Paris’in her şeyi değiştirdiğini görüyorum. Bana göre şu anda IPCC 2.0’yi görüyoruz – bir bakıma zorlu kararlar alabilmek için politika yapıcılara bilgi sağlamak adına artık bilime daha güçlü bir şekilde ihtiyaç var. Kimseyi kandırmayalım: ilerleyebilmek için dünya, bireyler, ülkeler, devletler, şehirler zorlu kararlar almak zorunda ve bilim bu kararlarda çok önemli bir rol oynayacak. Dolayısıyla bilim ve politikanın – eşyanın tabiatı gereği ayrılıkları baki kalmakla birlikte- yanak yanağa ilerlediğini görüyoruz. Kanımca 6. Değerlendirme Raporu özelinde dünyanın cevap aradığı sorulara yönelik bilim tüm boyutlarıyla düşünüldüğünden çok farklı bir yerdeyiz.

CB: Peki siz WGII eş-yürütücüsü rolüne neler katıyorsunuz?

DR: Ben bir yerel yönetimden seçilmiş ilk eş-yürütücü olmam sebebiyle IPCC’de sıradışı bir eş-yürütücüyüm. Dolayısıyla bohçamda gerçek politika tecrübelerini de beraberimde getiriyorum. Bilimin politika yapımıyla alakalı olmasının temel bir öncelik olduğu bu oldukça zorlu alanda benim görevim, IPCC’de değerlendirdiğimiz, etkileşime girdiğimiz bilimin gerçek dünyanın ihtiyaçlarıyla uyumlu olmasını sağlamak. Sanırım ben bu perspektifi getiriyorum. Christina Figueres’in (görevden yeni ayrılan UNFCCC genel sekreteri) belirttiği gibi esas mesele gözlerimizi sürekli açık tutarak bilim insanları ve bilimsel hakemler olarak bağımsızlığımızı koruyup bir taraftan da gerçek dünyanın gerçek sorunlarına çok kısıtlı bir zaman içerisinde cevap vermeye çalışmak.

CB: İleride başka hangi konularda IPCC’nin özel raporlarını görmek istersiniz?

DR: Sanırım pek çok şey var görmek isteyeceğim. Özellikle şehirler üzerine bir özel raporun anahtar olduğunu düşünüyorum. Yine de özel raporların ve konuların seçilmesi bilim insanlarının elinde değil. Bu konu gerçekten de politika yapıcıların o an itibariyle gündemlerinde neyin ilk sırada olduğuyla bağlantılı. Bildiğiniz gibi, bilimsel gündemde önemli olan bir şey illa ki eşzamanlı olarak politika gündeminde de üst sıralarda olmayabiliyor. Neyin alakalı olduğunu söylemek istemem açıkçası. Bu politika yapıcıların vermesi gereken bir karar ve bize verdikleri talimatlar ve yönlendirme doğrultusunda onlara yardımcı olmaya çalışıyoruz.

CB: Peki bana biraz kendinizden, kişisel arka planınızdan bahseder misiniz? Bugünkü pozisyonunuza nereden geldiniz?

DR: Ben aslen akademik dünyanın gerçeklikten kopmuşluğundan büyük hayal kırıklığına uğramış bir biyoloğum. Güney Afrika demokrasiye geçerken ve ülkede değişim rüzgarları eserken, “zaman bu zamandır ülke değişirken ben de değişebilirim” diye düşündüm. Böylelikle 1994’te kentsel doğa koruma üzerine, biyoçeşitliliğin yerel yönetimlere nasıl entegre edilebileceği üzerine çalıştığım akademiyi bırakıp bir yerel yönetimde çalışmaya başladım ve burada biyoçeşitlilik alanındaki çalışmalarıma devam ettim. Afrika şehirlerinin nasıl işlediğiyle ilgili bilgimiz doğrultusunda Afrika şehirlerini sürdürülebilir ve dayanıklı kılacak temel şeyin kenti yeni ve farklı biçimlerde kullanacak insanlar ve ekosistemler olduğunu fark ettim. Dolayısıyla iklim değişikliğinin Afrika’nın gerçek gücü olan bu her iki temeli de sarsacağı bilgisi ışığında bu alana – veya başka bir deyişle bu cepheye – kaydım. Sonra tekrar hayal kırıklığına uğradım çünkü bir araştırmacı ofisinize geliyor, sizinle 2 saat mülakat yapıyor sonra gidip sizin söylediklerinizle hiç alakası olmayan bir akademik makale yazıyor. Dolayısıyla bu noktada akademik camia ile tekrar ilişkilendim. Bir taraftan –örneğin geçen sene Paris’teki iklim değişikliği müzakerelerinde olduğu gibi – politika uygulayıcı olarak kalırken, diğer yandan da kendimi gerçeklerle sınanmış bir biçimde akademik camiayla irtibatlanmış halde buldum. Böylelikle bu pozisyona aday gösterildim ve IPCC WGII’nin eş-yürütücüsü seçildim. Doğrusunu söylemek gerekirse çok fazla alanda aynı anda top çevirmeye çalışıyorum ve içlerinden herhangi birini hakkıyla yapabiliyor muyum emin değilim ama oldukça geniş bir ilgi alanım olduğu söylenebilir [gülüyor].

CB: Dünkü genel oturumda Paris Anlaşması gibi küresel bir anlaşmadan iklim değişikliğiyle mücadele için yerel uygulamalara giden yolun “züccaciye dükkanındaki fil” olduğundan bahsettiniz. Bunu biraz açabilir misiniz?

DR: Bana kalırsa temel problem parça parça çalışmaktan, kurumsal ayrımlardan ve yapmaya çalıştığımız şeyleri küçük küçük kutulara bölüp onlar içerisinde başarılı olmaya çalışmaktan ileri geliyor. Ve aslında beceremediğimiz şey – biraz ipe boncuk dizer gibi- bu fırsatları birbirleriyle ilişkilendirmek. Bakın işte iddialı bir Paris Anlaşması’na sahibiz ama hiç kimse bunu alıp da yaşadığımız şehirde bu nasıl bir değişim anlamına gelir sorusunu sormuyor. Bu karmaşık manzarayla başa çıkabilmek için gerçekten de politika uygulayıcı-araştırmacı-politika yapıcı-biliminsanı karması gibi bir hibrite ihtiyacımız var. Belki bu becerilerin hepsini tek bir kişide bulamayabilirsiniz ama bu tartışmayı ileriye taşıyabilecek bir grup bireyle boşlukları kapatabilirsiniz. Biliyorsunuz, Paris Anlaşması durağan bir metin olarak kalamaz – bu yüzden de zaten NDC’ler (ulusal ölçekte belirlenmiş katkılar) her 5 yılda bir güncellenerek daha da iddialı olmak durumunda. Bu değişimler ve değişiklikler yerel ölçekte olan bitenden bağımsız kalamaz ama böyle bir söylemi nasıl kurabilirsiniz? Bu söylemi çekip çevirecek olanlar kimler? Bana kalırsa 21. yüzyılda bir dizi tartışmayı birden idare edebilecek yeni bir birey tipi için eğitim tasarlamaya ihtiyacımız var. Bu bağlantıyı kuracak kurumları yeşertmeliyiz. Şöyle ki BM sisteminden çıkan Paris Anlaşması gibi devlet-dışı aktörlerin kritik rolünü tanıyan bir anlaşma var ama BM’nin yerel yönetimler için resmi müzakerelerinde onlara tanıdığı herhangi bir rol yok. Lima-Paris Eylem Planı ve diğer inisiyatifler aracılığıyla yerel idarelerin önemine vurgu yapıyorsunuz ama herhangi bir kurumsal ilişki kurmuyorsunuz. Farklı becerilere sahip bireylere ihtiyacımız var, farklı kurumlarda farklı seviyelerdeki insanların düzenli olarak bir araya gelip konuşabileceği, koordine olabileceği platformlara ihtiyaç var. Bu da yönetişim dokusunun dönüşmesi gerektiğine işaret ediyor zira mevcut kurumlarımız kemikleşmiş durumda ve bunları zaten biliyoruz. Bana kalırsa mevcut durum kararlı olmayı ve daha fazla doğrudan ilişki kurmak için dönüşümü başlatmayı gerektiriyor. Aslında bu değişim ihtiyacı bilimsel bilgiden ziyade yönetişimle ilgili bir mesele.

CB: Yönetişimden bahsettiniz, sizin de ICLEI’nin (sürdürülebilirlik için çalışan bir yerel yönetimler ağı) özel danışmanlarından biri olduğunuzu biliyoruz. Uyum anlamında yerel yönetimlerin rolünü ulusal partnerleri karşısında nasıl görüyorsunuz?

DR: Yerel yönetimlerin rolü bana kalırsa kritik çünkü uygulama anlamında iklim değişikliğine uyum gündeminin ağır topunu onlar oluşturuyor. Uyum gündeminin sadece yerel ölçekte olduğu söylenemez tabi çünkü muhakkak uygun politika çerçevelerine, ulusal ölçekte yeterli kaynak aktarımına ihtiyacımız var. Ama nihai olarak yerel ölçek uyumun esas gücünü oluşturur bu yüzden de burası asıl değişimin sağlanacağı yerdir. Bu değişim yereldedir zira altyapının yapılacağı yer de bu ölçektir, davranış değişikliği tetiklenecek ölçek de bu ölçektir, atılan uyum adımlarının etkisinin en iyi ölçüleceği ölçek de bu ölçektir. Bana göre yerel ölçek en kritik idare ölçeği, bir nevi yapbozun kayıp parçası ve onu yerine yerleştirmek oldukça zorlu. Daha önce belirttiğim gibi Paris Anlaşması bize güven aşılıyor çünkü Kyoto Protokolü’nde hiç geçmeyen “devlet-altı idareler” (sub-national) kelimesi bu anlaşmada 32 kez geçiyor. Dolayısıyla artan bir tanınma olduğunu düşünüyorum ama bir şeyi söylemekle onun esaslı biçimde hayata geçebileceği fırsatlar, gerçek patikalar yaratmak başka bir şeydir. Bu yüzden yerel eylemler uygun politika çerçeveleriyle, hukuki çerçevelerle ve yeterli finansal kaynaklarla desteklenmelidir. Yerel pek çok şeyi başarabilir ama bunu tek başına yapamaz veya her şeyi kendisi çözemez. Bu yüzden önemli olan soru yerel iklim eylemlerini desteklemek için ne tip ortaklıklar üretmemiz gerektiği sorusudur.

CB: Dün ayrıca genel oturumda sivil toplumun önemine vurgu yaptınız. Sivil toplumun rolünden ve insanların iklim değişikliğine uyum sağlamasında gördüğünüz rolünden bahsedebilir misiniz?

DR: Konuşmamda sivil toplum terimini esasında devlet dışında kalan herkesi kapsayacak biçimde kullandım, dolayısıyla bu terimin gecekonduda yaşayan bir bireyden iş dünyası liderlerine kadar geniş bir yelpazeyi kapsadığını düşünüyorum. Bu denli çeşitli paydaşların süreçlere katılımını sağlamamız gerekiyor. Bu farklı paydaşların her birinin iklim eylemi için farklı sorumluluklar aldığını görüp bu çeşitlilikteki inanılmaz gücü fark etmemiz gerekiyor. Afrika’nın gecekondu mahallelerindeki dayanıklılıktan büyük şirketlerin yaptıklarına kadar – biliyorsunuz Bill Gates de o yeni enerji konsorsiyumu adına Paris’teydi – çok çeşitli faaliyetler görebilirsiniz. Bu karmaşık bir süreç ve elimizde bir sihirli değnek yok ama hiç bir eylemin boşa harcanmadığından emin olmalıyız. Bu eylemleri koordine etmeliyiz ki örneğin bir şirketin aldığı önlemin bir gecekondunun aldığı önlemin üzerine basıp geçmesinin önüne geçebilelim. Bu yüzden de birbirimizle konuşuyor olmamız, iklim eylemlerimizi senkronize ediyor olmamız, kötü uyuma (maladaptation) mahal vermiyor olmamız gerekiyor. Dolayısıyla sivil toplum gerçekten de buradaki kayıp bileşen ve özellikle iklim müzakerelerinde, uluslararası ve ulusal süreçlerde çok önemli bir konumda. Ve dahası 1992 Rio Zirvesi’nden beri dışarıdakilerin (sivil toplumu kastediyor –ç.n.) ve önemli paydaşların rolünün arttığını görüyoruz ama hala bu toplulukların önemini tam olarak kavrayamadık. Nüfus açısından düşünürsek yüzyıl sonuna kadar 10-12 milyar insan olacak ve bu insanların eyleme geçiyor olması inanılmaz boyutta bir kaynak demek ama bunun için bu insanların süreçlerine erişimine imkan tanımalısınız. Bu karar alma süreçleri New York’taki imza seremonisi tipi (Paris Anlaşması’nın 22 Nisan’daki imza seremonisini kastediyor –ç.n.) büyük görkemli etkinlikler gibi kapalı kalamaz, bunlar insanların hayatlarına dokunan şeyler değil. Mesele yine ve yeniden karmaşık ve karışık. Bu çeşitlilikteki paydaşları, ki bir kısmı kararların alındığı masalara oturamıyorlar veya oturmak istemiyorlar, bir araya getirmenin kolay bir yolu yok. Paris sonrası süreci tanımlayacak olan şey bu erişim, katılım fırsatlarını ve sorumluluğu nasıl inşa edeceğimizle ilgilidir.

CB: Yeni IPCC başkanı, Hoesung Lee, yeni IPCC raporunun çözümlere odaklanmasını istediğini belirtti. Sizce de çözumlerdense daha çok sorunlara mı bir vurgu vardı şimdiye kadar?

DR: Bildiğiniz gibi bunlar birbiriyle ilişkili. Eğer sorunları iyi bir biçimde anlayamazsanız nasıl çözüm üretebilirsiniz ki? Ve sanırım 1. değerlendirme raporundan 5. değerlendirme raporuna kadar yapılan çalışmaların bize sağladığı bu bilgi oldu. Bu raporlar bize önümüzdeki zorluklar hakkında çok kapsamlı bilgiler sağladılar. Gerçek fırsatların nerelerde olabileceği işaret ettiler ama yine de Paris-sonrası dünyada 6. Değerlendirme Raporu’nun vites değiştirerek “Peki, bütün bu elimizdeki bilgilerle artık şimdi çözümlere odaklanalım” demesi gerekiyor. Bu yüzden de mesele önceki değerlendirme raporlarının daha çok sorun odaklı olması değil, bunu zaten yapmak durumundaydık ve bu raporlar bize derinlikli bir anlayış sağladılar. Şimdi umarım bu bilgileri kullanarak çözümlere odaklanalım ve elimizdeki bilgi havuzundan faydalanarak çözümlere de bu derinliği verelim. Önemli olan budur.

CB: WGI’deki iklim biliminin fiziksel boyutu net bir şekilde kabul edilmişken, IPCC’deki odak noktasının etki ve uyumu anlamaya döndüğünü düşünüyor musunuz?

DR: Sanırım bunu zaten AR5’de (5. Değerlendirme Raporu) gördük. Şimdi görmeye başladığımız şey sorunun coğrafyasını anladıktan sonraki “Peki ya şimdi?” sorusu. “Peki bu benim için ne anlama geliyor?” sorusu. Yine Paris’teki vurgu ve özellikle işbirliği içinde çözümler üretmek için mevcut olan büyük iddiayı da hesaba katarsak, bu zorlu konularla başa çıkma hususuna daha fazla vurgu yapılacağı açık. Bu işin doğal gidişatı böyle bence. Gerçekten de bu gidişat AR5 ile başladı ama şu anda Paris’in bize miras bıraktığı dalganın üzerindeyiz ve çözümler alanıyla daha fazla angajman göreceğiz. Artık ülkeler harekete geçmeleri gerektiğinin farkında olduklarından şu anda ihtiyaç duydukları bu tip bir bilgi ve çözüm bulmaları gerektiğinin de farkındalar.

Burada kısaltarak Türkçe’ye çevirdiğimiz röportaj ilk olarak 18 Mayıs 2016 carbonbrief.org/the-carbon-brief-interview-debra-roberts adresinde yayınlanmıştır.

Yazar eminbaristarim