• fevzi ozluer
  • Yorum yapılmamış

ÇED Davalarının Sonuna mı Gelindi?

Türkiye’de 1993 yılından beri Çevresel Etki Değerlendirme Yönetmeliği yürürlükte. Bu yönetmeliğin amacı, yapılacak yatırımların çevreye ve yatırımın etkileyeceği ekonomik-sosyal hayata olası olumsuz etkilerini belirli hale getirerek, bu olumsuz etkilerin ortaya çıkmasını engellemek veya olumsuzlukların ortaya çıkması halinde yurttaşların, devletin ve yatırımcının tedbir almasına rehberlik etmek. Bu anlamda ÇED belgesi, yatırım aşamasına gelmiş projelerin hukuki denetimini mümkün kılan bir belge.

Yatırımların hukuki belirliliğini sağlamayı ve yatırımlardan kaynaklı risklere önlem almayı amaçlayan bu belgeye, Yönetmeliğin ortaya çıktığı günden bu yana farklı sosyal kesimler farklı anlamlar yüklediler.

Yurttaşlar Açısından ÇED

Yurttaşlar, planlama aşaması geçmiş ve projelendirilen  yatırım kararlarını, projeyle ilgili izin başvurusu sürecini başlatan ÇED raporlarıyla öğrendi. Bu anlamda ÇED süreci, yurttaşlar açısından çevresel bilgiye ulaşma ve temel haklarını kullanmak için önemli bir süreç niteliğini kazandı.

ÇED süreci sonucunda yatırımın hayata geçmesiyle ilgili izin verildiğinde ise bu yatırıma ait ÇED raporunun çevreyi, ekonomik ve sosyal hayatı korumayla ilgili yeterli olmadığı gerekçesiyle açılan iptal davalarıyla da yargısal yolla siyasal karar alma sürecine katılımın bir aracı oldu ÇED kararları.

Pek tabi ki yatırım kararının çevresel yönüne dikkat çeken yurttaşlar kadar, yatırımdan ekonomik olarak olumsuz etkilenecek işletmeler ve özel kişiler de yargısal yollarla karar alma sürecine katıldı. Fakat ÇED, özellikle çevre hareketleri açısından daha başka bir anlam taşımaya başladı. ÇED süreci sonucunda, yatırıma izin verilmesi neredeyse büyük bir “çevresel kayıp” olarak kodlandı. ÇED süreci sonucunda yatırıma, yanlış yerde yapılması veya teknolojik olarak yanlış seçimlere dayanması nedeniyle, izin verilmemesi durumu ise büyük bir yurttaş kazanımı olarak görüldü.

Şirketler Açısından ÇED

ÇED süreci, gerçekleştirilmesi düşünülen projenin yurttaşlara, çevreye, insan sağlığına etkileri kadar, benzer ve diğer sektör üzerindeki etkisini de hesaplamayı amaçlayan belgeleri bir tür bürokratik kırtasiye olarak görme eğiliminde oldular. Şirketler açısından dış doğanın bir maliyet kalemi olmaması, yatırımları sonucunda ortaya çıkan toplumsal zararların da maliyetlere yansıtılmaması kadar üretimin planlanmamış olması, kısa vadede teşvik ve destek sisteminden yararlanmaya yönelik alanlara yatırım yapmayı alışkanlık edinmiş piyasa kültürü de ÇED süreçlerini bir tür “yatırım önünde engel” olarak gördü. Yatırım maliyetlerini aşağıya çekmek için de hem hükümet hem de meclis düzeyinde yoğun lobiyle her türlü çevresel mevzuatı esnetme yolu denendi.

Devlet Açısından ÇED

Yatırımları engelleyen hükümet görüntüsü vermemek, kalkınma hamlesi için her türlü kapıyı açmak tüm Cumhuriyet hükümetleri için biricik yönelim olarak kabul edilmiştir. ÇED sürecine de ÇED raporlarına da salt çevreyi koruyan belge gözüyle bakıldığı anlaşılmaktadır. Bu nedenle de ÇED raporlarının yargısal yolla denetimini, “yatırımların engellenmesi” olarak ortaya koyan şirket yaklaşımlarının içselleştiren bir mevzuat dönüşümü yaşanmıştır. Bu mevzuat dönüşümü ÇED davalarıyla elde edilmesi istenen amacının gerçekleştirilmesini olanaksız kılma tehlikesini de barındırmıştır. ÇED gerekli değildir veya ÇED olumludur izinlerinden özellikle her hangi bir denetime olanak tanımayan ÇED gerekli değildir kararlarının tam bir denetimsizlik koşulu yaratmış olması; istenilen ve umulan “kalkınma” hedef ve beklentilerini de zayıflatacak bir ortamın doğmasına yol açmaktadır, açmıştır. Bu nedenle de yatırımların sosyal, ekonomik ve ekolojik maliyetlerinin doğru bir biçimde ortaya konulması hem kamu yönetimi, hem planlı ekonomi hem de risk yönetimi açısından kaçınılmaz önemdedir. Kamu düzeninin sağlanması, yatırımın havaya, suya, toprağa etkisinin ne olduğunu devletin tespit etmesi, farklı enerji yatırım alanları arasında dengenin kurulması, tarım, gıda, enerji, inşaat gibi sektörlerin bütünlüklü bir kentleşmeye yol açması açısından da bu ÇED süreçlerinin nitelikli bir hale gelmesi sürdürülebilirlik açısından da kaçınılmazdır.

Sonuç

Plansız yatırım dönemlerinden planlı bir yatırım sürecine geçiş, giderek daha fazla önemi artan ve çoğaltılamayan temiz suyun, temiz toprağın, nitelikli havanın korunmasını sağlayacaktır. Bu varlıkların korunması hem ekonomik gelişme hem de ekolojik iyileşme için gereklidir. ÇED davalarını bugüne kadar açan yurttaşlar bundan sonra da Türkiye’deki ÇED belgesi almış yatırımlarla ilgili yurttaş denetimlerini devam ettirerek karar alma sürecine katılabilirler. Anayasa açısından çevreyi korumanın bir hak olduğu kadar bir ödev olduğu da unutulmamalıdır. Bu nedenle çevre koruma, ÇED ile ilgili izin sürecinde açılan davalara indirgenmemelidir. Tam da bugünlerde yayınlanan stratejik ÇED yönetmeliği, bu açıdan büyük önem taşımaktadır. Bu yönetmelik, çevre korumanın, yargısal veya siyasal yollarla proje aşamasındaki yatırımaların karar alma sürecine katılımıyla değil, yatırımların planlanması aşamasıyla başladığını ortaya koymaktadır.  Bir izin belgesi olan ÇED’e karşı açılan davaların sonucuna da bu nedenle hukuki anlamlar dışında yüklenen anlamların bu belgelerin bir izin belgesi niteliğini değiştirmediğini ortaya koymaktadır. ÇED davaları bu nedenle yatırımları engelleyemediği gibi yatırımları engelleme gibi bir işlevi de bulunmamaktadır. Bu hukuki gerçeğe gözünü kapatan, planlama sürecine yönelik karar alma süreci içinde yer almaktan uzak durmaya devam eder.. Ülkenin neyi, nasıl, ne kadar üreteceği, nasıl tüketeceği ÇED süreci öncesinde bir ekonominin ve yatırımların planlanması işidir ve asıl sorun da buradadır.

Yazar fevzi ozluer