• Arif Cem Gündoğan
  • Yorum yapılmamış

Tek Ümidimiz İklim Zirvesi mi?

Paris iklim zirvesinde dün öğlen ortaya çıkan metni devletler “Paris Çıktıları” olarak adlandırıyor, yani metin taraflarca imzalansa bile hukuken bağlayıcılığı olup olmayacağı muğlak. Her halükarda tek çaremiz devletler arası müzakereler değil.

İnsanoğlu, kendi yol açtığı (insan kaynaklı veya antropojenik de diyorlar kısaca buna) iklim değişikliği problemini çözebilmek için ulus devletlerin tarafı olduğu uluslararası bir zeminde arayışlarını yirmi yılı aşkın zamandır sürdürmekte. Bu arayışın kendi çerçevesinde şimdiye dek en somut çıktıları Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi ve Kyoto Protokolü olmuştu.

Görece “gelişmiş” ülkelerin bu gelişmişliklerini o ana dek ekonomilerini döndürmek için hiç düşünmeden kullandıkları fosil yakıtlara (ve bunun sonucunda ortaya çıkan sera gazı salımlarına) borçlu olduğu açıktı. Yıllar süren müzakereler sonucu bazı bağlayıcı azaltım hedefleri alan “gelişmiş” veya “kalkınmış” ülkeler aynı zamanda bu hedeflerini gerçekleştirebilmek adına Kyoto esneklik mekanizmaları sayesinde “yurtta salım, cihanda azaltım” yapmsa şansına sahip oldular.

Yani evde kirletmeye devam ettiler, ve kirletmeyen ulusların kirletme haklarını “satın aldılar”. Bir anlamda, sistemin kendi mantığına göre bir ülkenin “kalkınma” hakkı zaten “kalkınmış” ülkeye pazarlanmış oldu. Burada acayip bir ön kabul var hiç şüphesiz: kalkınma = fosil yakıta dayalı ekonomi = endüstrileşme = sera gazı salımı = refah. Durumun öyle olmadığı anlaşıldı anlaşılmasına ancak bu sefer de çok geç olmuştu…

Birim atmosferimizdeki sera gazı konsantrasyonunun tarihte hiç gözlemlenmemiş, ölçülmemiş boyutlara ulaştığını; bu yüzden küresel sıcaklık ortalamasının neredeyse 1 santigrat dereceyi aştığını; tüm bunların dünya ve yaşam üzerinde geri dönüşü olmayabilecek tahribatlar yaptığını öğrendiğimizde bütün insanlığın birlik olup bu sorunu çözeceğini gerçekten düşünenler oldu. Çünkü insan rasyonel bir varlıktı ve kendisi için en iyi olan seçeneği seçmesi gerekiyordu. “Bazılarımızın daha eşit” olduğu garipliğini kavramamız için iklim değişikliği problemine ihtiyacımız yoktu hiç şüphesiz…

Kalkınma adı verilen sorunsalın neden sürekli eşitsizlik ve adaletsizlik yarattığını; neden kronik şekilde sadece bazı toplumların değil diğerlerinin kalkındığını; baskın kalkınma fikrinin temellerinde yatan ekonomik büyüme nihai amacının ve temel varsayımların kime ve neye hizmet ettiğini biraz sorgulayan herkes “herkesin pratikte eşit olmadığını” görüyordu zaten. Kalkınmanın ve sos-ekonomik düzenin sebep olduğu iklim değişikliği problemi bu problematik düzenek içerisinde çözülebilecek bir problem değildi ama nafile… Sistem ve gücün hakimleri, kendi devamlılığını sürdürmeyi nihai amaç edinen bir robotmuşcasına aynı döngüde tuttular herkesi ve her şeyi. Zaten bunun dışına taşan çıkıntılar devamlı şekilde etiketlendi, törpülendi, hafife alındı, görmezden gelince, veya… Yok edildi.

Problemde en çok payı olan ve en az zarar gören tarafların, en az payı olan fakat en çok zarar görenlere durup dururken sahip çıktığına en azından uzun bir süredir şahit olmadık. İklim problem de bunlardan birisiydi… Ne zaman ki hak aranmaya başlandı, adalet talep edildi, itirazlar birleşti, işte o zaman problemin asıl sorumluları çaba göstermeye başladılar.

Peki çözüm sanıldığı kadar basit olacak mıydı? Bunun öyle olmadığını yirmi yılı aşkın süredir devam eden müzakerelerde gördük… 21.si şu sıralarda Paris’te yapılan Taraflar Toplantısı (COP), Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi kapsamında sonuç alınması, yeni bir iklim değişikliği anlaşması imzalanabilmesi için müzakerelerin sürdüğü bir arena… Yıllar geçse de mücadele eksenlerinin hep benzer kaldığını söylemek mümkün.

Özetle ortada bir problem var. Problemin görünen kaynağı sera gazlarının atmosferdeki seviyesinin doğal sınırların çok üstünde olması. Problemin bilinen kaynağı ise bu gazların salınmasına sebep olan fosil yakıtlar. Bu fosil yakıtları kim daha çok kullanmış? Bugüne kadar şu anda “gelişmiş” ülke sayılanlar. Peki bu problemden en çok kim çekiyor? En az parmağı olanlar, en az tüketenler…

Öyleyse çözüm de basit gözüküyor. Sera gazı salımlarının derhal azaltılması lazım. Kimin daha çok azaltması lazım? Şimdiye dek kim en çok saldıysa önce o. Peki iklim değişikliğinin olumsuz etkileri ne olacak? Problemde payı olmayan, üstelik bununla kendi kaynakları ile baş etme şansı olmayan ülkeler ne yapacak? Bu durumda probleme sebep olanların bunları da karşılaması lazım. Kulağa bu denli basit geliyor işte…

Ancak ortada hala bir adil bir anlaşma yok. Bunun önünü tıkayan ülkeler kendi çıkarlarını savunduklarını düşünseler de topyekün bir felakete ittikleri dünya üzerindeler ve uçuruma düşerlerse kendileri de düşecekler. Ne de olsa aynı gemideyiz değil mi? Değil. Kazın ayağı öyle değil. Çünkü bazıları halen diğerlerine göre “daha eşit”. Yani bazı kesimler, bazı ülkeler, bazı ayrıcaklı sosyal tabakalar kendini kurtarabilecek ekonomik, sosyal ve çevresel birikime ve/veya kaynağa sahıpken diğerleri değil…

İklim değişikliği ile dünya örneğin 4 derece daha sıcak bir yer olduğunda Bangladeş’te belki herkes, Amerika’da ise yüksek ihtimal etnik azınlıklar ve sosyal bakımdan daha fakir kesimin yaşadığı mahallelerdekiler hayatta kalmak için belki de kazanamayacakları savaşlar veriyor olacak. Tüm bunlar olup biterken Hollanda’lı yüksek vergiler ödeyen daha zengin sosyal tabakalar yüksek teknolojili ve taşkınlara hazırlıklı evlerinde rahat yaşarken, örneğin Türkiye’nin eskiye kıyasla misli şekilde şu sıkıntısı çekecek Mersin’de hayat hiç ama hiç kolay olmayacak.

Kısadan hisse adaleti şimdi tesis edemezsek eğer, kalkınma adı altında açılmış yaralar daha da derinleşecek, eşitsizlik uçurumları daha da artacak. Yüzlerce teknik terimle kafanızı allak bullak edebilecek iklim değişikliği müzakerelerinin özü de bu…

Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 21. Taraflar Toplantısı (COP21) Paris’te 30 Kasım’da başladı ve devam ediyor. Terör saldırılarının gölgesinde, tüm eylemleri yasaklanmış, kendisinden ümidi haklı sebeplerle kesenlere polis müdahelesi ile bastırılmaya çalışılmış bir iklim zirvesi hayal edin.

Son yıllarda bu işin böyle gidemeyeceğini iyiden iyiye farklı boyutlarda idrak etmiş (hükümetinden sivil toplumuna, özel sektöründen akademisine) tüm taraflar en küçük ortak paydada buluşmaya çalışıyor. Sözleşmeye taraf ülkelerin temsilcileri toplantı başladığından bu güne dek iklim değişikliği ile etkin ve hakkaniyetli bir biçimde mücadele edilebilmesini sağlayacak bir anlaşma metni üzerinde uzlaşabilmiş değil. Geçtiğimiz günlerde neler olduğuna ve zirvenin son günlerinin nelere gebe olduğunu özetleyelim.

Evvela müzakere alanında ve şehirde gerçek anlamda muhalefete en ufak bir tahammül yok. Fransa ev sahibi olarak terör saldırılarının yarattığı olağanüstü koşulları da bahane ederek kuş uçurtmuyor. Bunun yanı sıra müzakere oturumlarının neredeyse tamamı sivil topluma kapalı şekilde gerçekleştiriliyor. Bu bağlamda katılımcı ve şeffaf bir sürecin Paris anlaşması sürecinde yeri olmadığını belirtmek gerek.

Zirvenin ikinci haftasına gelindiğinde elde 900 küsür parantezli ifadenin yer aldığı taslak bir metin vardı. Bu kilit konulardaki ayrışmayı gözler önüne seren en somut şey belki de zira her parantezin üzerinde uzlaşılamayan bir noktayı temsil etmekte. İklim finansmanı, sıcaklık artışını dizginlemeye yönelik uzun erimli hedef, sorumlulukların nasıl farklılaştırılacağı gibi yıllardır çözüm getirilemeyen konularda kalan birkaç günde nasıl yol alınacağını kestirmek çok güç – ancak tarafların bir anlaşma metnine imza atabilmek için metindeki pek çok kilit konuda muğlak orta yollar bularak ilerlediğini görüyoruz. Bu da iklim değişikliği ile etkin şekilde mücadele bağlamında elimizde çok zayıf bir mücadele zemini olacağı anlamına geliyor.

9 Aralık öğlen itibari ile elimizde “parantezsiz” olacağı iddia edilen bir anlaşma metni olacağı ilan edildi ve sonunda dün bu metin 29 sayfaya indirilmiş, parantezlerin sayısı ¾ oranında azaltılmış olarak çıktı. Aslında metni anlaşma olarak nitelendirmek de yanlış olacaktır zira devletler bu metni henüz “Paris Çıktıları” olarak adlandırmakta. Yani metin taraflarca kabul görüp imzalansa bile hukuken bağlayıcılığı olup olmayacağı muğlak.

Türkiye tüm bunlar olup biterken ne yapıyor? Bu kritik zirveye yaklaşık 150 kişilik bir ekiple katılan Türkiye’nin enerji talebi ve ekonomik büyüme tahminlerinin gerçekleşenlerden çok yüksek olması Türkiye’nin hiç bir önlem almasa bile artıştan azaltım hedefine ulaşacağını gösteriyor. Oysa Türkiye bu iddiasız hedefine rağmen iklim finansmanından yararlanmak istiyor ve 2020’deki önemli 26. Taraflar Toplantısına (COP 26) ev sahipliği yapmak istediğini belirtti. Türkiye’nin iklim değişikliği politikalarının yeterli ve tutarlı olduğu söylenemez.

İklim adaleti açısından bakacak olursak ne görüyoruz? İklim değişikliğinin ortaya çıkmasında en çok payı bulunan ülkeler, bu sorunda katkısı az olan veya hiç olmayanların yaşadığı kayıp ve zararları karşılamak; onlara ekonomilerini karbonsuzlaştırma yönünde destek vermek gibi konularda isteksizler. Bu noktada gelişmiş, gelişmekte olan ülkelere tarihsel sorumlulukları ve halihazırdaki sera gazı salım trendlerine bakılarak karbon bütçeleri belirlenmesinin en adil çözüm olacağı noktasında bir uzlaşı mevcut. Ancak müzakerecilerin bu konularda bilime kulak verdiklerini söyleyebilmek pek mümkün değil.

Pazarlıklarda iklim değişikliğinin kurbanlarını merak eden yok, özel sektör ve seçilmiş temsilciler halklardan daha çok kararları etkileme şansına sahip ve bu aktörler haliyle kendi çıkarları peşindeler. Ancak ümitsizliğe yer yok. COP21’de ileriye doğru atılacak bir adım bizi Halkların İklim Zirvesi’ndeki yeni bir dünyayı inşa etmek isteğine bağlayabilir.

Bugünden itibaren her ne olursa olsun nihai hedef olan iklim değişikliği ile mücadele bağlamında içi dolu bir anlaşma çıkması zor olacak. Ancak önemini yadsımamakla beraber çözüme giden tek alternatifin müzakereler olduğunu düşünmek yanlış olur. Bu bağlamda Paris’teki zirveden ne çıkarsa çıksın, bu sürecin tek umudumuz olmadığına dair sinyaller güçleniyor. Halkların İklim Zirvesi’ndeki binlerce alternatif; adil, yaşam odaklı ve çeşitlilikle örülmüş bir dünya yaratmak için aslında ne denli yol aldığımızın ve alacağımızın kanıtları…

Açılış Fotoğrafı: Naomi Klein ve Bill McKibben, Halkların İklim Zirvesi’nde Exxon’u yargılıyor.

Yazar Arif Cem Gündoğan